20 Aralık 2011 Salı

"Sinemayı Emellerime Alet Ettim" - Birgün


Yazar,  yönetmen, senarist, oyuncu, müzisyen, siyasetçi. Sırrı Süreyya Önder için söylenecek çok şey var. 7 Temmuz 1962’de Adıyaman’da doğan Önder sanatla iç içe olmasına rağmen onun için siyaset hep ön plandaydı. İlk kez 1978 yılında Adıyaman Lisesi’nde öğrenciyken Maraş Katliamı protestosu nedeniyle tutuklandı. Tahliye olduktan ve A.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi’ni kazandıktan sonra Ankara dönemi başladı. 12 Eylül darbesi hayatının akışını değiştirdi ve yıllarca hapis yattı. O dönemi sanat yoluyla anlatmayı seçen Önder için, 2006 yılında çekilen Beynelmilel filmi de 12 Eylül’le bir hesaplaşmaydı.
Beynelmilel’i izleyene kadar kimsenin aklına 12 Eylül darbesini konu alan bir filme kahkahalarla güleceği gelmiş midir, bilmiyoruz. Filmin hem senaryosuna hem de yönetmenliğine imza atan Sırrı Süreyya Önder, bizi önce türlü absürtlüklerle dolu bir dünyaya tanık etti; filmin sonunda ise belki de çoğu dram filminin yaratamadığı bir burukluk ve boğamızda bir düğümle sinema salonundan uğurladı.

Önder, şimdilerde, kendi tabiriyle araya bir fragman olarak aldığı sanat hayatını ikinci plana itmiş ve artık BDP İstanbul milletvekili olarak Ankara’da. Ankara’yı sıkıcı buluyor. Ancak, kah Genel Kurul’da kavga ayırır, kah Uzlaşma Komisyonu’nda yeni anayasa çalışmalarına katılır, kah cezaevindeki öğrencilerle dayanışma için üniversite bahçesinde saçını kestirir ve Ankara dışındaki pek çok eyleme de yetişmek için koştururken, sıkılmaya vakit kalmasa gerek.

Onca koşuşturma arasında, bir de biz ODTÜ Medya ve Kültürel Çalışmalar yüksek lisans öğrencilerine sinema ve siyaset üzerine sımsıcak bir röportaj verdi. Haydi, buyurun…
 
“Ağlamak gülmenin kardeşidir…”

Senaryo yazma nedenlerinizden birinin 12 Eylül’e olan öfkeniz olduğunu söylemiştiniz. 12 Eylül’ü konu alan filmler hep dram ağırlıklı, Beynelmilel ise mizah. Oysa o filmlerin yönetmenleri ile sizin hayat hikâyeleriniz  bunun tam tersi.  İsteseydiniz, çok daha sert bir film yapabilirdiniz. Bu tercihiniz bilinçli miydi, yoksa hikâye mi öyle gerektirdi?

- Ben 40 yaşından sonra sinemaya heveslendim. Sinemayla alaylı ya da mektepli bir ilişkim yok. Barış Pirhasan’ın Senaryo Atölyesi’nde kendisine öğrenci olmaya gittiğimde, Barış Pirhasan, ‘Neden sinema?’ diye sormuştu. ‘Vallahi öfkem var’ demiştim. O da ‘Başlamak için iyi bir sebep’ demişti. O eğitimin sonunda Barış’ın bana kattığı en temel şey, öfkenin böyle bir yolculuğa başlamak için iyi bir sebep olduğu, devam ettirmek içinse engel olduğu bilgisidir. Dolayısıyla, Barış bana öfkemi muhafaza etmem ama sanatsal bir üretimde öfkemle arama bir mesafe koymam gerektiğini öğretti.

İkinci nedense, mizah çok etkili bir muhalefet silahıdır. Tarihinde diktatörlük olan her yeri inceleyin şunu göreceksiniz; muhalefet ilk olarak mizah ve mizahçılar tarafından başlatılmıştır. Ne zaman bir ülkede mizah muhalefet yapmaya başlar, o ülkedeki diktatör için geri sayım başlamış demektir. Bizim tarihimize de baktığınızda, bütün sultanlara ağırlıklı olarak mizah yoluyla kafa tutulmuştur. Timur’un karşısına Nasreddin Hoca çıkar. Bektaşi diye bir tiplememiz vardır ki bütün egemen anlayışlara muhalefet etmektedir.

Dünyaya da baktığımızda Hitler’in günleri Şarlo ile geri sayılmaya başlanmıştır. İşte ben de mizahın böyle etkili bir muhalefet dili olduğunu bildiğim için bu tarafa yöneldim. Ama bu arada mizahla gülünç olma arasında çok ince bir çizgi var. Cıvık mizah yapmadan, gülünç olmadan mizah yapabilmek de ciddi bir çaba gerektirmektedir. Zannedildiği gibi kolay bir iş değildir.

Ayrıca, hayatın diyalektiğine baktığınızda, salt acı yoktur; salt güldürü de yoktur. Bunlardan herhangi birinin salt olması durumu patolojik bir haldir. Hatta Beynelmilel’de karakterlerden Gülendam bunu ‘Ağlamak gülmenin kardeşidir’ diyerek ifade eder.

“Öyle bir film yaparsınız ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz”

Sanatla siyaset arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz? Örneğin İki Dil Bir Bavul filmi anadilde eğitim konusunu ele aldı ve bu alandaki sorunlara ilişkin bir farkındalık yarattı. Sizce sanat siyaseti yönlendirebilir mi?

- Sanatla siyasetin farkı şudur; Sanat sorunu sadece görünür kılar. Siyasetin ise sorun çözmek gibi bir yükümlülüğü ve gücü vardır. Aradaki en temel fark budur. Bu, birinin önemsiz, diğerinin önemli olduğu anlamına gelmez çünkü bir sorun, görünür olmadıkça o soruna bir çözüm bulunamaz. Görünür olmaktan kast ettiğim, sizin de söylediğiniz farkındalık yaratmaktır. Bunu sanat siyasetten daha iyi becerir çünkü duygulara ve algılara hitap eder. Siyasetin dili kurudur, sanat ise kalbe dokunur. Farkındalık yaratma gücü de buradan gelir. Öyle bir şey yaparsınız ki artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Anadil konusunda böyle bir film yapmışsanız, artık hiç kimse: ‘Bunlar bilinmeyen bir dilde konuşuyorlar.’ diyemez. Siyaset de bu farkındalık üzerinden sorunu çözme yoluna gider.

Sizin gibi ‘öfkesi olan’ insanlar daha sanatsal, dramatik filmlere yönelirken siz kitlesel filmler yapıyorsunuz. Bunun sebebi nedir?

- Doğrusu, sanat filmi, festival filmi ya da piyasa filmi gibi kategorizasyonlara inanmıyorum. Çok sanatsal bir işin çok fazla izleyeni olabilir ya da ‘piyasa’ tabir edilen bir filme 5 kişi bile gitmeyebilir. Burada ayırt edici nokta ve yanlış algılama şudur; sinemayı resimden ya da romandan ayıran nokta maliyetli bir iş olmasıdır.

Genelde derdi çok olanın parası az olduğundan, bir yapımcıyı yaptığınız işe ikna etmek zorundasınız. Yapımcı da sizin işinize bir yatırım gözüyle baktığı için kendi açısından daha popüler öğelerle filme müdahale etmek ister. Yapımcı ile yönetmen arasında bir mücadele başlar. İki tarafın kesiştiği yerde ise film ortaya çıkar. Ben de bu mücadele sırasında Beynelmilel’in finalini değiştirmek zorunda kaldım.

Sene 2006. TCK’nin 301. maddesinin çok sık uygulandığı, Hrant Dink’in de bu maddeden yargılandığı yıl. Politik olarak o final yapımcıya büyük cezai sorumluluklar getirebilecek durumdaydı. Yapımcı da böyle bir hukuki cezayı yaşamak istemediğini belirtti. Bu yüzden, filmin 25 dakikasını attık, 7 dakika ek çekim yaptık. Onun da sebebi finalinin değiştirilmesiydi.

“Beni güldürmeyen şeye güler geçerim”
Engin Günaydın’la, Zeki Demirkubuz’un son filmi hakkında söyleştiğiniz bir videonuz var. Esprili bir dille ‘Bence Zeki hümanist değil. Bir insan bir insana hiç böyle muamele eder mi?’ diye soruyorsunuz. Engin Günaydın da ‘Yönetmense eder’ diye yanıtlıyor. Sizin yönetmenliğiniz nasıldır?

- Setler, tırnak içine alarak söylüyorum ‘faşist’ ortamlardır. Yönetmen her şeyin tek hakimi şeklinde bir algılayış biçimi vardır. Biraz da böyledir çünkü film kötü olduğunda ya da derdini anlatamadığında kimse gidip ışıkçıdan hesap sormaz, herkes yönetmene söylenir. Bu yüzden yönetmenler biraz fazla telaş ederler. Genelde böyle bir yaklaşım vardır fakat ben buna inanmam.

Film çekmek kolektif bir üretimdir ve tüm kolektif ürünler gibi bu da bir zincir şeklindedir. Zincirin halkaları koparsa faturasını bütün ekip öder. Yönetmene bu kadar mana yüklenmesini doğru bulmuyorum. Yönetmen bir hayal kurar, bu hayal bir düş biçimindedir. Önemli olan yönetmenin ekibine bunu ne kadar iyi anlattığıdır. Işıkçısı, sesçisi, hatta çay getireni bile yönetmeni çok iyi anlamalı. Dolayısıyla yönetmen zaten hayalini iyi anlatabildiyse bu bütün ekibe bir yol haritası, bir pusula olur. Bağırıp çağırmasına gerek yoktur. Birazda mizaçla ilgilidir, ben günlük hayatta da kimseye bağıran kızan bir adam değilim.  Setimde de böyle oldu. Biz güle oynaya bir film çektik.

Sanatınızda Brecht ekolüne mensupmuşsunuz. Bunun sebebi toplumu dönüştürme etkisine olan inancınız mı?

- Brecht’i diğerlerinden ayıran en önemli nokta, katharsis’i reddetmesidir. Seyircisine der ki ‘Sen bir oyunu izleyip ya da bir metni okuyup, günahlarından arınıp rahatlayıp gidemezsin’. Burada sanat sarsıcı, yeni sorular sorucu ve mevcut manüpülatif algıyı bozucu bir işlev görmelidir. Bu yönüyle hepimiz Elhamdülillah Brecht’yeniz. Beni daha çok etkileyen tarafı ise, yine tiyatro metinleri için söylediği ‘Beni güldürmeyen şeye güler geçerim’ lafıdır.

Beynelmilel’de film müziklerinde de isminiz geçiyor. O süreci biraz anlatabilir misiniz?

- Aynı zamanda müzisyenim. Nota, solfej bilgim yok ama cümbüş, keman ve bağlama çalarım. Öğrencilik yıllarımızda pavyonlarda çalışırken öğrendiğimiz bir durumdur bu. Filmde müzik kullanımı bakımından kendimi aşırıya kaçmış hissediyorum. İşte burada kendimi Brecht’in ruhuna bir miktar ihanet etmiş sayıyorum. Filmde bir duyguyu yeterince çıkartabildiğinden şüpheye düştüğün yerlerde müzikle takviye edersin. Beynelmilel’de bir iki sahne var ki, utanıyorum bu müziği neden bu kadar çok fazla kullanmışım diye. Ama müzik hiç girmemeli diyen ekolden de değilim. İdeali, müziğin sinemanın önüne geçmeyecek şekilde kullanılmasıdır.

“Önceliğim her zaman siyaset”
Sanatta kendinizi ifade etmek daha kolay değil miydi? Siyaset yerinizi keskinleştirerek, size bir sınır çizmiyor mu?

- Haklısınız ama ben zaten köken olarak sanattan değil siyasetten geliyorum. Bu anlamda siyaset benim sonradan yaptığım bir şey değil. Siyasetin çizdiği çerçeve onu nasıl kullandığınıza bağlıdır. Ben aslında sinemayı, siyasi emellerime alet etmiş birisiyim.

-İlk defa cezaevine 16 yaşında girdim. O günden bugüne aynı çizgide duran bir siyasi duruşum var. Araya bir fragman olarak sanatı aldık. Yine alabiliriz. Bu belki bir roman belki bir film olur. Ancak bu anlamda her zaman birincil önceliğim siyasi uğraşımdır.

“Bir Ankara hikayesi çekmek istiyorum”
Milletvekilliğiniz devam ederken, yakın bir gelecekte uzun metrajlı bir film düşünüyor musunuz?

- Elimde bir roman var. Önce onu bitirmek istiyorum. Daha sonra hazır buralardayken bir Ankara hikâyesi çekebilirim.

Müslüm Gürses biyografisi ve Maraş Katliamı’yla ilgili projelerinizi gerçekleştirmeyi düşünüyor musunuz?

- Müslüm Gürses’ten vazgeçtim ama Maraş’ı çekmek istiyorum. Müslüm Baba banka reklamlarında oynayınca vazgeçtim. Senaryo, tam da bunu yadsıyan bir karakter üzerineydi. İnsanları filmin samimiyetine ikna edemem diye düşündüm.

Cansu AKKUŞ, Ezgi BORA, Can KARAKULLUKÇU, Yudum KAVUÇUKER, Can MERİÇ

20 Ekim 2011 Perşembe

"Türkiye'de Mesele İslam Yahut Siyasal İslam Değil, Türk-İslam Zihniyetidir "

Mesele Dergisi'nde yayınlanan Sarphan Uzunoğlu'nun yaptığı röportaj...


Sırrı Süreyya Önder Mesele Dergisi ile yaptığı röportajda Türkiye'de sorunun İslam ya da siyasal İslam değil Türk- İslam zihniyeti olduğunu söyledi.
Mesele'nin 58. sayısında Türkiye'de İslami burjuvazinin yükselişi ve Müslüman kimlikli siyasetlerin kapitalizmle barışıklığı üstüne, Ramazan ayında yapılan plazada iftarları protesto eden eylemleri de vesile ederek sosyal İslam ve solu tartıştık. Kürt hareketi ve solun önemli isimlerinden olan ayrıca dindar kesimin de takip ettiği İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'leyse işin Kürt hareketine bakış boyutu, sivil itaatsizlik ve İslamcı kitlelerdeki bölünmenin gidiş yönünü konuştuk...
Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca Dış ve İç Politikası'nda İslami Dinamiklerin en etkin olarak kullanıldığı  süreçlerden birini belki de en gözle görülür olanını  yaşıyor. Bir yanda Kürt Hareketi Sivil Cuma'larla devletin tekelinde milliyetçileşmiş dini propaganda sürecine tepki koyarken öte yanda Erdoğan din bayrağıyla Orta Doğu'da yeni bir emperyal plan ortaya koyuyor. Ne oldu da İslam seküler ve muhafazakâr güçlerce aynı anda bir politika alanı  olarak tekrar gündeme getirildi?
'SİVİL CUMA NAMAZLARI DİN YORUMUNDAKİ TEKELE YÖNELİK BİR İTİRAZDIR'
Dinselliğin hem siyasette hem de toplumda daha belirgin hale gelmesi, bugün egemen dinsel söyleme karşı, o alan içinde de muhalif seslerin çıkmasına yol açıyor. Sivil Cuma ve benzeri çıkışlar, din yorumundaki tekele yönelik bir itirazdır. Din yorumundaki bu tekel, İslamiyetin dokusunu zedeleyen, aslında zedelemekle kalmayıp onu düpedüz bozan Türk-İslam sentezinin sığlığından beslenir. Sivil itaatsizlik eylemleri kapsamında gerçekleştirilen Sivil Cuma çıkışının, Türk-İslam sentezinin kurumsal ve söylemsel özünü sarsan bir yanı var. Hemen tepkiyle karşılanmasının bir nedeni budur. Başbakan "dinde bölücülük uyguluyorlar" demişti. Oysa dinin bölünmesi değil, "ayrışması" söz konusu burada. Hakiki İslam ve hakiki olmayan İslam türü bir ikilikten bahsetmiyorum. Sivil Cumalar çok daha köklü ve temel bir itirazı barındırıyor; tarihsel, siyasal ve kültürel kireçlenmeyi kırıyor. Ve zaten sağ liberaller tam da bu nedenle Kürt hareketine yüklendiler. Tipik eleştiri yöntemlerini kullanmaktan geri kalmadılar. Eylemi derhal Kemalizm ile ilişkilendirdiler. Bu da, eylemi itibarsızlaştırmanın bir yoluydu tabi. Egemen dinsellik zihniyeti, dini kendi anlayışıyla tek bir yoruma tabi kılmaya çalışır ve bunun dışındaki yaklaşımları şiddetle eleştirir, o kesimleri siyasi dille "ayrımcılıkla" ve dinsel dille "bidat" ile suçlar. Çünkü egemen anlayışın, kendi etkinliğini sorgulayan dinsel yaklaşımlara tahammülü yoktur. Eskiden Kemalist rejim dinsel temelli itirazlara karşı böylesine sert iken, bugün dindarlık diline sarılan yeni rejim de, kendilerine dönük Sivil Cuma benzeri toplumsal itirazlara aynı şekilde tahammülsüz ve dışlayıcı olabiliyor. Bu kargaşa içinde, İslam'ın özüne sahip çıkmaya çalışan dindarlar da, kendi yorumları gereğince "İhdinas sirat-el müstakim" yani "Bizi doğru yola ilet" diyorlar, hakkaniyetli ve adil bir yolu kendileri açmaya çalışıyorlar.
Yine bu dönemde siyasal alanda İslam'ın Ramazan ayındaki lüks otel iftarları protestoları konuşmaya başladık. Aralarında sizin de bulunduğunuz, İhsan Eliaçık'ın etrafında şekillenen ya da böyle yansıtılan bir çevre Eliaçık'ın sosyal islam tanımının etrafında Kürt Meselesi'ni tartışmaya başladı. Öncelikle soralım, burjuva islami nüfusun böylesine görünür olduğu ve nüfusça arttığı bir dönemde İslam'da toplumcu vurgunun ortaya çıkması tesadüf mü, yoksa bu bir tepki hareketi mi?
Öncelikle İhsan Eliaçık hakkında bir tek şey söylemek gerekiyor; inandığı gibi yaşayan bir insan. Diğer İslam aydınlarının bir çoğu gibi yaşadıklarına inanan birisi değil. "Sistem" in içine girmeyi red ediyor. Sistem içi müslümanların hışmını çekmesi bundandır. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki o nereye çağırırsa tereddütsüz giderim. "Fekk-u regabe- Kölelere özgürlük" diyen islami itirazın en erdemli temsilcilerinden birisidir. Öte yandan Yrd. Doç. Deniz Yıldırım'ın Birgün Gazetesinde konuyla ilgili çarpıcı bir tesbiti var. Ramazan ayında, oruç bahsindeki en temel gerçekliği yani sinıfsallığı göz önüne seriyor.  "Memleketin genelinde hutbelerin ortak yanı, Müslüman öznenin mülk sahibi olarak kurgulanmasıyken, ezilenlerin de "Müslüman" kimliğin dışında tutulan yoksullar olarak nesneleştirilmesi. Mülklü Müslümanı özneleştirip mülksüzleri nesneleştiren bir sınıf hiyerarşisinin yeniden üretilmesi sözkonusu olan. Bu yeni bir olgu değil, ama giderek daha açıktan konuştuğu kesin."
'KÜRT MESELESİ HEM SINIFSAL HEM DE ULUSAL BİR MESELEDİR'
Ülkedeki duruma gelirsek... Yükselen zümrelerin mal mülk sevdasına bilinçli bir karşı çıkış söz konusu. Eskiden sermaye sahibi kesimler dinsel retoriğe sarılmaz, bu temeldeki muhafazakâr değerleri bayrak edinmezlerdi. Ama gelişen yeni zenginler ve soylular sınıfı, bir yandan dindarlığı sahiplenmekte, diğer yandan develerinin yükünü artırmaktadır. Bugün görünen çelişki ve çekişme dinsel görünümlü olabilir, ama aslında sınıfsal ve toplumsaldır. Dinsellik bunun söylemidir sadece. Bu hakikati asırlar önce İbni Haldun da söylemiş, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki çatışmanın bir koltuk kavgası değil, farklı toplum kesimlerinin savaşı olduğunu belirtmişti. Bugün dinsel söylemle koşut gelişen zenginlik, gariplerden yana olan dindar kesimlerin eleştirilerine muhatap olmaktadır. Yeni zenginlerin iki özelliği söz konusu: Bir yanda mala mülke sevdalı, diğer yanda ABD merkezli küresel imparatorluğa göbekten bağlılar. Ama dillerinden de dini eksik etmezler. Ali Şeriati'nin dediği gibi "Hüseyin için ağlar, Yezid ile işbirliği yaparlar". Türkiye'de mesele İslam yahut siyasal İslam değil, çok güçlü bir tarihsel arka planı olan Türk milliyetçiliği ve buna bağlı Türk-İslam zihniyetidir. Kürt meselesi hem sınıfsal hem de ulusal bir meseledir. Bu nedenle, meseleye yalnızca sınıfsal bir perspektiften bakmak, yalnızca ulusal bir perspektiften bakmak kadar eksiktir. Yani Kürt meselesi salt iktisadi bir eşitsizlik meselesi değildir. Egemen zihniyete karşı çıkan muhalif İslami söylemlerin bu iki yanı göz önünde bulundurması icap etmektedir.
Sizce Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan Müslümanları İslam Coğrafyası'nın diğer nüfuslarından ayıran özellikler var mı? Bu özelliklerin toplumsal bir dayanışma kültürü yaratılabilmesi konusunda avantaj ya da dezavantaj olabileceğini söyleyebilir miyiz?
Sadece bu ülkenin değil, her ülkenin Müslümanı farklıdır. Bütün Müslümanların aynı olabileceğini veya olması gerektiğini söylemek, bir tür yirminci yüzyıl takıntısıdır. Bu yaklaşım ilk teorik ifadesini aslında Hıristiyanlıkta bulmuştu. 1920'lerde ABD'deki Protestanlar arasında ortaya çıkan köktencilik yani fundemantalizm akımı, aynı din içinde farklı kültürel yaklaşımları eleştiriyordu. Daha sonra yeni-köktenci akımlarda varlığını sürdüren bu yaklaşım, İslamcılığın çeşitli biçimlerinde de görülür. Yani bu tür dincilik, kültürcülüğü bir tehdit, hatta baş düşman olarak algılar, mesela tasavvufu, sufiliği dindışılık olarak damgalamaya kadar gidenler vardır. Bu topraklar Babailerin, Şeyh Bedrettinlerin, Alevi başkaldırılarının tarihini barındırır. Bu devrimci gelenek tarih yazımında hasıraltı edilmiş, en iyimser biçimiyle egemen İslam tarihinin negatif dipnotu vazifesi görmüştür. Kaldı ki, İslam denince akla sadece Altıncı Filo'ya karşı çıkan solculara saldıranlar gelmemeli. Günlük hayatında geleneksel İslamı yaşayan sıradan Müslümanın vicdanı ve beklentisi ile iktidar atının dizginlerine sarılmış yüksek sınıf İslamcılığını aynı kefede görmemek lazım. Her şeyden önce insafsızlık olur bu.
Bugün Kürt nüfusunda kadınların özgürleşmesi önemli bir gerçeklik. Öte  yandan, Müslüman kadınların da temsilinin arttığı bir dönemdeyiz. Barış için bir araya gelen kadınların oluşturduğu inisiyatifler barış konusunda en kararlı sesi çıkaran konumdalar. Bu iki kitle birbirine nerede uzak duruyor olabilir? Neredeyse aynı dili kullanan ve 'barış' diyen, sorunu milliyetçilikten ve devlet dilinden uzakta çözmek isteyenler için bir uzlaşma noktasının yaratılmama sebebi ne? Kadın hareketlerinin etkinliklerinde mi bir problem var yoksa niyetlerde mi üstü kapalı bir tereddüt söz konusu?
Hayat, tek bilinmeyenli bir denklem değil ki, aynı dili kullanan insanların hemen her konuda anlaşması mümkün olsun. Ayrıca ortada aynı dil mi yoksa benzer bir retorik mi söz konusu, bunu da düşünmek lazım. Kürt kadınların barış hususunda seslerinin çok cesur ve gür çıktığı ortada. Lakin İslamcı kadınların istisnalar dışında bu sese pek iştirak etmedikleri de ortada. Belki de iki farklı varlık âlemi söz konusu.
'ÜLKEMİZDE GERÇEK ANLAMDA ÜMMETÇİLİK ASLINDA ÇOK ZAYIFTIR'
Kürt kadınları daha seküler diyebileceğimiz söylem alanı içindeler. İtirazlarını ve karşı çıkışlarını bu alana yaslanarak gerçekleştiriyorlar. İslamcı kadınlarsa daha dinsel bir söylem içindeler. Burada sekülerlik ve dinsellik geriliminden söz etmiyorum. Demin dediğim gibi, daha başka bir durum var. Buradan dil meselesine dönecek olursak... Bir kelimeden bin anlam çıkabilir, bugün dindarlığı önemseyen kesimlerin o dindarlıktan anladıkları da bu yüzden farklılaşabilir, özellikle siyasi konulara gelince. Çünkü dinsel yaklaşımlardan ziyade bugün farklı politik yaklaşımlar daha belirleyici olabiliyor. Türkiye'de İslam'ın tarihsel gelişim sürecinin en önemli sorunlarından biri, Osmanlı geleneğiyle iç içe geçmiş olmasıdır. Bu yüzden ülkemizde gerçek anlamda ümmetçilik aslında çok zayıftır. Ümmetçilikten Osmanlı geleneğinin canlandırılması anlaşılır. Burada uluslarla bir eşitlik idealinden ziyade, diğer İslam ülkeleri üzerinde eşit olmayan bir liderlik yani üstünlük hayali yatar. Son gelişmelerde de görüyoruz, emperyalizm coğrafyamıza kendince yeniden biçim verirken, bizim aktörler sanki kılıç kendi ellerindeymiş gibi hevesle öne atılıyorlar.
Sosyal İslam etrafında oluşturulacak dil ve eylemliliğin burjuvalaşan ve kapitalizmle alıp veremediği olmayan İslam için bir kırılma yaratabilir mi? Bu dilin etrafında oluşacak bir eylemlilik ve örgütlülükle Türkiye'nin asli problemi olarak ortaya çıkan Ulus devlet ve bağlantılı olarak Kürt sorununun çözülmesi konusunda bir iş birliği sizce mümkün olabilir mi?
'SAĞCILIK İSTER DİNSEL İSTER LAİK SÖYLEMLE GELSİN, HER ZAMAN DÜZENİN BEKASINI GÖZETİR'
İslam söz konusu olduğunda, meseleyi dindarlar ve dindar olmayanlar diye düşünmemeliyiz. Çünkü İslamcıların kendi içinde de uzlaşmaz farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Daha yakından baktığımızda bütün meselenin, sağcılık ile solculuk, yani sermayeden veya emekten yana olmakla ilgili olduğunu görürüz. Sağcılık ister dinsel ister laik söylemle gelsin, her zaman düzenin bekasını gözetir. Oysa solculuk, farklı bir yolda, yoksulların ve ezilenlerin yolunda ilerler. Bu solcu yani emekten yana çabaya sarılanların dindar veya laik olması o kesimlerin kendi tercihidir ve kimseye karşı bir ön şart olamaz. Ne murad ederseniz onu elde eder veya o yolda gelişme sağlarsınız. Sosyal İslam dediğiniz ve esasında yoksulları ve toplumun ezilen kesimlerini gözeten hassasiyet, bu topraklarda uzun süredir görülmeyen farklı bir dinselliği barındırmaktadır. Onların işi daha zordur, çünkü mücadele ettikleri sağcılık, onların sarıldığı inancı kendine bayrak edinmiştir. İnsanın dili varmıyor söylemeye, ama sanki bu sağcılık, Hz. Ali'nin yoksul askerlerine karşı mızraklarına Kur'an sayfaları takan Muaviyecilik gibidir. Dinin içindeki sağcılık ve solculuk tartışmasının Kürt meselesine değdiği yerde tereddüde mahal yok. Kürt meselesinin çözümü konusunda kim samimi olarak el uzatırsa sarılmak gerekir, yeter ki bu savaş bitsin, kan dinsin.
21. yüzyıla girerken bugün Taraf Gazetesi çevresini oluşturanlar militarizm ve çevresindeki tüm o algıyı Kemalizm çerçevesinden okuyorlardı. Bugün Kemalizmin en azından kısmen tasfiye edildiği söylenebilir. Peki militarizmin baki kalmasının ardında ne yatıyor? 12 Eylül 2010 referandumundan 'halk zaferi' çıkaranlar neyi atladılar?
Basit birkaç gerçek var. Türkiye bir NATO ülkesi, ama kuzey Avrupalı diğer NATO üyesi ülkelerden farklı olarak, Ortadoğu'nun kaynayan kazanında yer alıyor. Rejim sorunu, Kürt meselesi, sosyal devletin zayıflığı gibi etmenler söz konusu. Diğer yandan iktidardaki yeni muhafazakâr hükümette yer alan gelenek, her zaman orduyla iç içe yaşamış, onu yüceltmiş ve onun tarafından özellikle 12 Eylül döneminde yüceltilmiş bir gelenek. Kemalizm'le yaşadıkları sorun, devlete dair yapısal bir sorun değil. Kozmik oda şeffaf hale getirilmez, sadece el değiştirir onlarla. Biraz YÖK meselesine benziyor. Yıllarca YÖK'ün anti-demokratik uygulamalarından söz edenler, iktidara kurulunca, sadece YÖK'ün yönetimini değiştirmeyi gerçek değişim diye sundular. O yapının kendisini ve içeriğini dert etmiyorlar artık, aksine sahipleniyorlar.
Bir Müslümanın askerlik ve Devletin Kürtlerle savaşı konusundaki algısı da sonuç olarak zorunlu olarak tabi tutulduğu milli eğitim sürecinde gelişiyor. Öyle ya da böyle toplumun hiçbir kesimi eğitimden kendini uzak tutamıyor. Bu şartlar altında yeni bir dil oluşturmanın yolu nereden geçiyor? Ya da bir dil oluşturmak tek başına bir değişim için yeterli midir?
Bir dil oluşturmanın yolu, her yerden geçiyor. Hayatın her olgusu diğer olguları etkilediğine göre, sadece bir noktadaki değişimi öngörmek dar görüşlülük olur. Yeni dil dediğimiz şey, o dili yaratıp sahiplenecek kesimlerin kendilerini geliştirmeleri ve hatta aşmalarıyla vücut bulabilecek bir şeydir. Bugün tohumları hatta filizleri vardır, henüz her yerde olmasa da.
Yine İslam ve militarizm bakımından sormak istediğim bir şey var: Örneğin vicdani retçi Enver Aydemir'in durumu. Aydemir İslam ve Allah hariç hiçbir şey için savaşmayacağını açıkça beyan etti. Bugün büyük çoğunluğu müslüman olan Türkiye'nin devleti yine çoğunluğu Müslüman Kürt halkıyla savaşıyor. İslamcıların büyük çoğunluğunun bu savaşta devletten taraf olması İslam'ın yeni bölgesel rolünde elde edilecek rolün çekiciliği ve emperyal gücün çekiciliği olabilir mi?
Büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde dini hassasiyeti güçlü bir hükümete sahip olan devletimiz, Müslüman bir ülkenin işgalinde rol alır mı? Cevap: Evet. Örnek, Afganistan'dır. On yıldır kimse bunu tartışmıyor, sağcı medyamız ve sağcı yazarlarımız öyle sunuyor ki, sanki biz işgal ordusunda bağbanız, Afganistan'da halka gül dağıtıyoruz. Peki orada diken dağıtanlarla neden kol kolayız, bunu soran yok. Bu yüzden Türkiye'de İslamcılıktan veya dincilikten söz etmek çoğunlukla sağcılıktan söz etmek anlamına geliyor. Sınıfsal olarak sermayenin hayrına dönen bir sistemi aşamazlar ve Batının yörüngesinden uzaklaşmayı yapısal bir hedef haline getirmezler. Sadece dillerinde vardır bu. Ali Şeriati'nin, "vaizlerimiz yoksuldan yana konuşur, ama din hukukçularımız hep egemenlerden yana karar verir" demesine benzer. Yani dinin siyasi politikleşmesi bu iki yan üzerinde işler. Bir yanda, halka onların hoşlanacağı şeyler söylenir, diğer yanda düzenin çarkı aynı şekilde döndürülür. Baksanıza, Libya'ya saldırının üssü olduk, Suriye'yle savaşın eşiğine geldik, yetmemiş olmalı ki son zamanlarda sağcı İslamcı bazı yazarlar açıkça İran'ı hedef gösteriyor. Anlaşılan güzel ve mahzun ülkemizi birilerine kalkan yapmak yetmiyor, bir de onların elindeki mızrağın ucu olmaya heves ediliyor.
Mevcut hükümetin İslam'la kurduğu bağlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Neo-Liberalizmin halifesi rolüyle Erdoğan sahiden Orta Doğu lideri olma rüyasına kavuşabilir mi?
Rüyadır, herkese görmek nasip olur. Ter içinde uyandıklarında sakinleşmeleri için şefkat bizdendir, bir tas su uzatırız onlara.
Sosyalistlerin İslam'a bakışı konusunda sizin sol hareketin içinde olduğunuz süreçte sizce neler değişti?
Sosyalistlerin İslam'a dair gerçek tartışması ancak son yirmi yılın politik gelişmelerinden sonra başladı. Henüz bir olgunluk aşamasına geldiği söylenemez. Daha önceki dönemde ülkemizde dinci muhafazakâr hareketler ve politik akımlar olsa da bunlar genelde devletle kol kolaydı veya devleti tehdit edecek bir konumları yoktu. İslamcılığın eleştirisi bu yüzden sol açısından, devlet ve muhafazakârlık eleştirisinin bir parçası durumundaydı. Ama 12 Eylül darbesi, Sovyet Bloku'nun dağılması, 11 Eylül olayları içinde geçen çalkantılı süreçte din olgusu hem ülkemizde hem de yer aldığımız Avrasya yayında yeni Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya hattında stratejik bir konum elde etti. Sol artık önüne çıkan bu başat meseleyi enine boyuna tartışmak ve irdelemek zorunda. Bu sadece politik tartışmayla sınırlı bir alan değil, meselenin toplumsal ve kültürel yanları var.
'DİN, SADECE BİR İNANÇ MESELESİ DEĞİL, SOSYAL BİR OLGUDUR'
Bir de solun kendi din algısını tartışmak söz konusu, değil mi?
Marksist geleneğin dine dair yaklaşımları, birkaç paragrafla, hatta cümleyle sınırlı bir şekilde ele alındı. Sanırım, sosyalistlerin bu ülkede dine dair tartışması ve gelişmesi asıl olarak bundan sonra olacak. İki sığ eğilimin aşılması için bu gerekli. Dine yaklaşımda ortaya çıkan iki uç eğilim, aynı yanılgıya sahip: Bir yanda, dinsel her unsuru sadece gericilikle algılayıp, sekter bir karşıtlık ortaya koymak daha çok ulusalcı kesimlerin tercihi. Diğer yanda ise, bugünkü iktidarın yaptığı her şeyi bir tür "halkın kutsal tercihi" gibi yorumlayıp, ona bağlanma noktasına varan ve eleştirel gücünü yitiren liberal eğilim var. Bu iki uç yaklaşımın dışında, üçüncü bir bakışa ihtiyaç var. Sıradan insanların bağlandığı geleneksel dinle değil, sağcı dinciliğin bezirgânlığıyla boğuşan bir bakışa... Din, sadece bir inanç meselesi değil, sosyal bir olgudur. Yani içinde bulunduğu koşullara ve döneme göre karakter değiştirir. O din Ebu Zer'in ve Şeyh Bedrettin'in dilinde eşitlik ve manevi birlik dini olabilir. Veya bugün ülkemizde çokça görüldüğü gibi paranın ve siyasi gücün aracı haline getirilebilir.
Bu süreçte Müslümanlar'ın solculara bakışında meydana gelen değişim neydi sizce?
Büyük değişimler değil, arayışlar söz konusu, sınıfsal bakışı temel alan akımlar açısından söylüyorum. Bu kesimler henüz zayıf, gelişme aşamasında. Ama diğer bir olgu, daha belirgindi: 28 Şubat süreçlerinde pek çok sol aydın ve grup, İslami kesimlerin duyarlılığını gördü, onların sorunlarına hiçbir komplekse kapılmadan sahip çıktı. Ama devir değişti, o zamanın mağdurları, yeni köyün ağaları oldular ve bugün solu neredeyse baş düşman görür hale geldiler. Bu sol karşıtlığını biraz kazıyınca, altından en saf haliyle bir kapitalizm zihniyeti çıktığını görürüz.
Peki bir sosyalisti bir müslümanın gözünde ne muteber kılar? Yahut, sosyalistlerle müslümanların adil bir düzen için kuracakları bir ittifakın temelinde sizce ne yatar? Eylemsel birliktelikler (ibadet, eylem vs.) mi yoksa söylem birliği mi?
Asıl birliktelik, insanın derdine, hiçbir koşul öne sürmeden sahip çıkmakla olur. Bunun yolu ise, toplumdaki gerçek ayrımın nerede yattığını görmekten geçer. Latin Amerika'da direnişçi bir papaza işkence yapan polisler, "Ateist komünistlerle ne işin var?" demişler. Papaz "İnsanlar ateistler ve müminler diye ikiye ayrılmaz, insanlar ezenler ve ezilenler diye ikiye ayrılır," demiş. İşkenceciler "Ama onlar dinin afyon olduğunu söylüyor" diye karşılık vermiş. Papaz net bir şekilde itiraz etmiş: "Bu dünyanın zenginliğini kendilerine alıp, yoksullara ise öbür dünyanın nimetlerini bırakan zenginler dini afyon olarak kullanan gerçek kişilerdir." Meselenin özeti budur.

3 Haziran 2011 Cuma

Söyleşi - Demokrat Haber


Sırrı Süreyya Önder bu seçim sahnesinin belki de en dikkat çeken oyuncusu. Seçimin sonunda “Altın Oy Pusulası” verilecekse kazanma ihtimali en yüksek adaylardan…
Diğerleri çok tanıdık, çok bildik yüzler belki de... Söylemleri de aynı olunca... İstisnalar bir yana, hepimiz, hepsinden sıkıldık sanki…
Biz de bütün basın gibi onunla söyleşi sırasına girdik…
Farklı bir söyleşi çıkarmaya çalıştık…
Umarız biraz başarmışızdır…

Bu aralar basında ve televizyonlarda sürekli sizi görüyoruz. Geçen seçimde “öteki”lerin sözcülüğünü medya cephesinde Baskın Oran ve Ufuk Uras yürütmüştü. Bu sefer medya bayrağı size verdi. Biz de biraz da bu nedenle her yerde sorulmayan sorularla farklı bir söyleşi yapmak istedik. Demokrat Haber yazarlarımızdan size sormaları için sorular istedik… Onlarla sizi terletmeye çalışacağız…


SIRRI SÜREYYA ÖNDER: Tabii…

 Süreyya Önder
Ayla Şeşan’ın sorusu şöyle: Son yıllarda kadın cinayetlerinde ölenlerin sayısı savaşta ölenlerin sayısını geçti. Ama sanki erkeklerin kadınları “bir nedenle” öldürmesi kabul edilebilir bir şeymiş, dünyanın sonu değilmiş gibi “vah, vah” denilip geçiliyor. Kadın cinayetleri ve kadına yönelik erkek şiddetinin son bulması için milletvekili olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Eyvallah… AKP'nin bu soruna dair çözüm takvimi 2023 yılını hedefliyor. Ortalama günde beş kadının öldürüldüğü istatistiği çok doğru bir veri. Bu anlayışa terk edildiği zaman 2023 yılına kadar yaklaşık yirmi bin kadın daha tümüyle erkek egemen dünyanın yarattığı ve erkekler eliyle işlenen cinayetlere kurban gidecekler. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğunun dışında hiçbir siyasal partide kadına dönük bir seçim programı yok. Birer paragrafla geçiştirilmiş durumda. Bunu büyük bir onurla söylüyoruz, sadece kadın meselesini irdeleyen ayrı bir seçim beyannamemiz var. Şimdi size vereceğim onu. Bir de seçim beyannamemizi alın, kadın meselesi seçim beyannamemizden daha kalın. Bu biraz meselenin neresinde durduğumuza, ne kadar önem atfettiğimize dair en önemli gösterge. Fakat hemen bununla beraber şunu zikretmez isek, büyük ayıp ve haksızlık olur. Bu, Emek, Demokrasi ve Özgürülük Bloku’ndaki erkek adayların akıl ettiği bir şey değildir. Bu bizatihi kadın arkadaşların süreçte inisiyatif alıp, bir ağırlık koymasıyla alakalıdır. Erkekler bu konuda sadece, bu inisiyatifi saygıyla karşıladıkları için belki anılmayı hakkediyorlar. Bunun dışında bir kerametimiz yok.
Bu erkek egemen zihniyet ve cinsiyet ayrımcılığı bu ülkenin zihinsel kodlarında neredeyse yüzlerce yıldır en dominant olan şey. Erkek, iktidarsız düşünülebilir bir şey değil. Sürekli kendi zalimliğini, iktidarını yeniden yeniden üreterek ve her seferinde daha da katmerlendirerek ancak kalıcı olabiliyor, ya da sürdürülebilir bir durumda tutabiliyor kendisini. Bu konuda ilk yapacağımız şey, yeni anayasada cinsiyet ayrımcılığı içeren tüm maddelerle ve bu anlayışla kıyasıya mücadele etmek olacak. Belki Kürt sorunu kadar önem atfettiğimiz ve o olgunluğa gelmiş bir siyasal ittifaktan bahsediyoruz.
 Sırrı Süreyya Önder ERKEĞİN KENDİSİ BİZAHİTİ SORUNLU
Esra Sarıoğlu’nun sorusu: Türkiye'deki "erkek sorunu" hakkındaki fikirlerinizi öğrenmek istiyorum.
Esra'nın söylediğinde “erkek sorunu”, sanki “kadın sorunu” gibi anlaşılıyor. Hani kadınların meselesini, yaşadıkları sıkıntıları konuşuyoruz ya. Erkek sorunu deyince öyle bir sorun yok, sadece erkek ve erkek anlayışı çok sorunlu, onun için erkek sorunundaki “sorun”u tırnak içine almayı öneriyorum önce. Erkek sorunludur… Erkeğin bir sorunu yok o anlamda, erkeğin kendisi bizahiti sorunlu ve onun anlayışı.
İÇERİSİ DIŞARIDAN İYİ DURUMDA
Yazarlarımızdan A. Kadir Konuk var, bilirsiniz idamlık mahkumken firar eden ve şu an Almanya’da yaşayan bir devrimci. Kendisi bir süredir, 27 yıldır hapiste olan ve çeşitli sağlık problemleri bulunan eski hücre arkadaşı Muzaffer Öztürk’ün serbest bırakılması için bir imza kampanyası yürütüyor. Kapağı bir şekilde Almanya’ya atmış bir devrimci olarak, size sorması için soru isteyince, aha bu soruyu gönderdi: “Sayın Önder, milletvekili seçilirseniz tüm siyasi tutsaklar için genel af çıkarılması için her gün, ama her gün çalışacak mısınız? Bu konuyu basının gündemine taşıyacak mısınız? Buna açıkça söz verebilir misiniz?” (Bizim de onlarca arkadaşımız yılladır hapiste olduğu için bu sorunun altına imzamızı atıyoruz.)
Önce bir ironi yapayım. Millet bugünlerde ironiyi anlamıyor ama... Aslında ülkenin geldiği noktaya bakarsan, ‘içerisi dışarıdan iyi durumda’. Onun için, işin latifesi bir yana, bu da bizim dört ana talebimizden birisi. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku, bütün siyasi tutsaklar için genel af istiyor. Abdülkadir Konuk, haftanın iki gününü bana bırakırsa, haftanın beş günü, bu işle uğraşacağıma, hem söz veriyorum, hem bu seçim taleplerimiz gereği bunu yapacağız. Aslında bunun sadece siyasi tutsakları ilgilendiren bir konu olmadığını biliyoruz. Bu Türkiye'deki bütün insanların vicdanlarındaki tahribatı, yani usulsüz tutuklamalar, zorbaca yargılamalar ve haksız hükümlerle, zindanlara atılan, üstelik orada da her gün tecritlerle, hücrelerle ve fiili-fiziki işkencelerle ekstra zulüm gören bütün insanların toplum vicdanında yarattığı kirlenmeyi giderecek bir şeydir. Bu anlamda boynumuzun en temel borçlarından biridir. İki günü de tatil için istemiyorum, meclis kapalı, o yüzden.
ERMENİ SORUNU TAPU SORUNUDUR
Ermeni arkadaşımız Murat Mıhçı’nın sorusu şöyle: Ermeniler ve azınlık vakıflarının sorunları hakkında ne gibi çalışmalar yapacaksınız?
Vakıflar Genel Müdürlüğü bu ülkede Ermenilere uygulanan, bu toprakların tarihinde Ermenilere uygulanan toplam zulümden daha fazla sorumluluk sahibidir ve suçludur. Kimse işin burasını çok da kurcalamıyor ya da kurcalayamıyor. Oysa bugün bakıyoruz, sadece Ermeniler de değil, Süryanileri de bunun içine katmak lazım, özellikle Mardin bölgesinde, tapulu mülklerine, köylerde malum, kadastro faaliyeti sıkıntılı olduğu için, özellikle sıkıntılı bir hale büründürüldüğü için bütün bu alanlar ya yasak bölge ilan ediliyor, ya askeriyeye devrediliyor, ya da başkalarının gelip, korucuların özellikle, gasp etmesine izin veriliyor, teşvik ediliyor. Onun için bir tırnak içine alarak söyleyeyim “Ermeni sorunu bu ülkede aynı zamanda tapu sorunudur”. “Bir zamanlar buralarda Ermeniler yaşıyordu” denilen her yer, aslında bir zamanlar oraların Ermenilere ait olduğu anlamına gelir. Bu da çok yakın faaliyet göstereceğimiz, savunucusu, takipçisi olacağımız alanlardan birisidir.
EMEĞİ SAVUNMAK KÜRTLERİ SAVUNMAK ANLAMINA GELMEKTEDİR
Güney Çeğin’in sorusu şöyle: Son yıllarda Türkiyeli Kürtlerin vahim kimlik sorunları olduğu konusunda takınılan inkârcı tavır aşınmaya başladı. Tanınma siyaseti yönünde ileri adımlar atıldı. Fakat 'etnik rönesans' konusunda kat edilecek olası bir mesafe, Kürtlerin içinde yaşadıkları sınıf eksenli problemleri tâlileştirme gibi bir zafiyeti de içinde barındırıyor mu? Anayasaya dair son tartışmalarda karşımıza çıkan bir “ikilik” söz konusu: etnik eşitsizlik esastır diyenler, sınıf eşitsizliği esastır diyenlere karşı. Bir sosyalist olarak giderek güçlenen bu gerilim hattına nasıl bakıyorsunuz?
Önce bir tespit yaparak başlamak istiyorum. Bugün artık Türkiye'de işçi sınıfı Kürtleşmiştir. Kimse bunun farkında değil. Dört buçuk milyon insan, yerinden yurdundan edilmiş ve kentlerin ucuz iş gücü stoğuna dahil edilmiştir. Bunlar kimsenin çalışmak istemediği alanlarda ve kimsenin çalışmayacağı paralara, üstelik tehdit olarak gösterilerek 'Bak sen çalışmazsan geride bu fiyata, belki daha azına çalışacak bir sürü insan var' tehdidiyle çalıştırılmaktadır. Yani hem işsiz stokuna, hem ucuz iş gücü stokuna eklenmiştir. Onun için bu alanda sınıfsal bakışı uzak tutan birisi değilim, iç içe geçtiğini düşünüyorum, tam tersine radikaldeki ilk yazım da bunun üzerindeydi, 'Adana'ya kar yağmış, karın altında Kürt kalmış' yazısı. O gün Şırnak'ta boşaltılan ilk köy, Adana civarına yerleşmişti. Ve onların gelmesiyle birlikte tarım ücretleri 34 liradan 17 liraya düşmüş, üstelik 17 liraya Adana’nın muhkim işçileri çalıştırılmıştı. Kürtlere göçer diyorlar, onları 7 liradan çalıştırmışlardı. Dolayısıyla bu mesele bu gün bir yönüyle iç içe girmiştir ama bu sınıfsal bakışı, sadece bu sebepten baz almayı gerektirecek bir şey değil, sadece bir tespit olsun diye söylüyorum. Yani bugün Türkiye'de işçi sınıfını savunmak, emeği savunmak da aynı zamanda Kürtleri savunmak anlamına gelmektedir. Fazladan kimlik meselesi konusunda, evrensel insan hakları ile sınırlı hali hazır talepler bundan daha fazla bir talep yok, sosyalistlerin de buna itiraz edeceği bir noktası olamaz, tam tersinden bundan daha fazlasını savunmakla mükelleftir.
SORUNU ÇÖZME TAKVİMİ LAZIM
Hüner Buğdaycıoğlu’nun sorusu şöyle: TBMM’de göreve başladığınız zaman, yeni anayasa dışında Kürt sorununun çözümü için düşündüğünüz, önemsediğiniz bir öneri ya da girişiminiz olacak mı? Mesela, diyaloğu güçlendirebilmek ya da sivil iradeyi devreye sokabilmek için bir milletvekili olarak neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Şöyle bir şeyi kişisel olarak gündeme getirmek istiyorum: Bir sorunu çözme takvimi. Biraz paldır küldür yaşanan bir süreç var. Biz bunu özellikle bütün Türkiye halkları nezdinde ana başlıklar halinde önce bir konsensus, ondan sonra bunlarla ilişkili mutabık kalınan bir takvim. Bu takvimin gerisinde kalmamak, bu takvimi mümkünse öne çekmek. Öyle birini yapınca ondan sonraki aşamayı düşünmek. Toplumda da bu süreci tartışmanın daha çözüme giden yoldan etkili olacağını düşünüyorum. Bunun dışında egemenlerin en temel refleksidir, bu ve benzeri konularda, bellek imhasına giderler. Bellek imha edildiği zaman, bu sorunları tartışmanın zemini de kalmaz. İş, kaba milliyetçi sloganlar etrafında döner durur. Bu anlamda kişisel olarak bu belleği daima diri tutacak edimler içerisinde olacağım.
EN BÜYÜK SIKINTILARDAN BİRİSİ ERMENİ BİR ADAYIMIZIN OLMAMASI
Yine Hüner Buğdaycıoğlu soruyor: Agos'un 'neden Ermeni aday yok' sorusunu, 'uygun aday bulunamadı' diye cevaplamışsınız. Milletvekili olma yeterliliğine sahip Ermeni aday olmadığını söylemek haksızlık değil mi?
O bir yanlış. Şöyle yanlış, o röportajın içerisinden sadece o cümle alındığında öyle bir mana çıkıyor. Bu internet bloglarında yeterince tartışıldı. En büyük sıkıntının o olduğunu, ve üstelik bir başörtülü adayın olmayışını da bununla birlikte sayarak söylemiştim. ‘Uygun aday’dan kasıt, orada o kavramın kullanılma biçimi şu: bir ittifak vardı, Ermeni bir aday çıkarmak için neredeyse, tüm diğer çalışmalar kadar tek başına buna emek sarf edildi. Rakel Dink üzerinde son ana kadar bir umut vardı. Arat üzerinde öyle bir çalışma oldu. Son ana kadar ikna ederiz duygusu olunca, diğer aday arayışları içerisine girilmedi. Ermeni olarak önerilen bir tek aday oldu, bu aday çoğaltılamadı. İşin o sürecinde ben yoktum, ben de adaylık teklifi getirilen insanlardan birisiyim. Bu on yedi ittifak bileşeninin üzerinde uzlaşması gibi de işin doğal bir mantığı vardı. Üzerine baskılar, operasyonlar, şunlar bunlar girince böyle bir durum oldu. Bunun bir özensizlik olmadığı, bir Süryani adayın olmasından belli. Ama halen benim içimde en büyük sıkıntılardan birisidir Ermeni bir adayımızın olmaması.
UFUK URAS’IN ÇALIŞMALARI ÇOK KIYMETLİ
Hüner Buğdaycıoğlu şöyle diyor: Beklentime gelince; sesini duyurmak isteyenler, senelerce en fazla TBMM Dikmen kapısına ulaşabilmişlerdi. Oysa Ufuk Uras sayesinde, örneğin Devrimci 78'liler derneği, TBMM içinden basına açıklama yapabilme imkanı bulabildi. Sizden de, Ufuk Uras'ın başlattığı bu girişimi sürdürmenizi, toplum dinamiklerini temsilen olduğu kadar, ilk ağızdan meclise taşımanızı bekliyoruz ve taşıyacağınıza da inanıyoruz. Bu konuda neler söylersiniz?
Ufuk Uras sadece onu yapmadı. Örneğin benim de içinde olduğum Hrant’ın Arkadaşları Komisyonu’na da orada basın açıklaması yapma olanağı sağladı. O anlamda Ufuğun o çalışmaları çok kıymetli çalışmalar olarak kaldı. Altına düşmemek, daha da yükseltmek benim de hedefim.
Teoman Pamukçu’nun sorusu şöyle: Sırrı Süreyya Önder parasız eğitim hakkında ne düşünüyor merak ediyorum. Parasız eğitim ile; anası/babası bir şekilde köşeyi dönmüş bir öğrenciyle, anası/babası ayda 1000 TL emekli maaşı alan dört çocuklu bir ailenin üniversiteyi kazanmış tek çocuğunun üniversiteye gitmek için tek bir kuruş ödemek zorunda olmamasını kast ediyorum. Böyle bir “parasız eğitim” yükseköğrenimde demokratikleşmenin önünü açar mı?
Tek başına açmaz. Ama olmazsa olmazlarından birisi. İki noktaya bakabiliriz burada. Birisi Lima prensipleri. Bilimsel özerkliğin, bağımsızlığın, bilim üretebilme özgürlüğünün üniversitelere yerleşmesini ve olmazsa olmazları haline getirilmesini kayıt altına alan bir şeydir Lima Prensipleri. Bugün neoliberal sistemin bunun karşısına diktiği alternatif Bologna süreci denilen ve tümüyle üniversiteleri neoliberal sisteme ucuz iş gücü üreten kurumlara dönüştüren, çok büyük bir maliyet teşkil eden AR-GE araştırmalarını, ki özellikle savaş zamanına yönelik Ar-Ge'yi üniversitelerin üzerine yıkan bir asalak sistem. Bu ikisiyle birlikte parasız eğitim birlikte düşünülmeli. Üstelik dünyada bu konudaki istatistiklere baktığımızda, paralı eğitimin devlete kamu kaynaklarına çok daha fazla yük bindirdiğini görüyoruz. Bu egemenlerin muazzam bir manipülasyonundan ibaret. Kamu, bu alana paralı olduğu zaman daha çok kaynak aktarıyor. Gayri safi yurtiçi hasılanın yaklaşık %2.9’u paralı eğitim yapıldığı ülkelerde bir kaynak olarak aktarılıyor. Eğitimin Teoman Hoca’nın tarif ettiği şekilde, herkes için parasız olduğu yerlerde bu ortalama gayri safi hasılanın yaklaşık %1.8'i civarında. Bunları bıkmadan usanmadan teşhir ettiğimizde aslında parasız eğitimin kamuya daha düşük bir maliyeti olduğu da ortaya çıkar.
Ayça Alemdaroğlu’nun sorusu şöyle: Dünya Değerler Araştırması Türkiye'de toplumsal güvenin, diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında, oldukça düşük olduğunu gösteriyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Eğer bu araştırma sonuçlarının doğru olduğunu düşünüyorsanız bu sizin siyasal mücadelenizi nasıl etkiler? Bir siyasetçi olarak toplumun size en çok hangi konuda güvenmesini istersiniz?
Yine aynı yere döneceğiz, herkes de diyecek, “Bunların bildiği bir tek bu var, bu neoliberal sistem”. Ama öyle… Bu insanı müşteri olarak gören bir sistemdir. Müşteri prensipleriyle, müşteri mağaza prensipleriyle çalışan bir sistemdir. O nedenle güven ilişkisinin en uzak olduğu ilişki biçimidir bu. Çünkü binbir türlü ambalajla ve manipülasyonla size pazarlanmaya çalışılan bir sistemin unsurlarından birisi olursunuz. Onun için bütün kötülüklerin kaynağı buradadır dersek çok abartılı bir şey kullanmış olmayız.
Ben yalan söylemediğim konusunda güvenilmesini isterim. Buna da gayret ederim. Kamu beni her yönümle tartışabilir, genel kamuyla birçok konuda ayrılığa düşeriz ama bu adam yalan söylemez dedirtmeyi ve buna uygun yaşamayı, birinci elden, öncelikli olarak bildirmeye çalışırım.
Şimdi bizim sorularımıza geçelim…
Türksünüz ama Kürt sorunu çözülene kadar Kürdüm diyorsunuz. Eyvallah... Ama bu Demokrat Haber’i kesmez. Artık, “Hepimiz Ermeniyiz”, “Hepimiz Kürdüz” demek meşru hale geldi. Çitayı biraz yükseltmek gerek. Toplumda ötekilerin de ötekisi olan bir kesim var, LGBTT bireyler. Cinsel tercihleri nedeniyle türlü cefaya maruz kalanlar için ne yapacaksınız? Nefret Suçları yasası için çalışacak mısınız? “Bu ülkede hepimiz özgür olana kadar eşcinselim” diyecek misiniz?
Bunu söylememde hiçbir mani yok. Önce onu söyleyeyim. Fakat bu, kamuda öyle çarpık tarafından tartışılıyor ki, bununla bile muazzam bir cinsiyet ayrımcılığı körükleniyor. Meselenin yakıcı olan boyutlarının tartışılması yerine böyle spekülatif yanlarına vurgu yapılıyor. Lambda’da söylediğimi burada da tekrar edeyim. Kolektif olarak, örgütlü olarak gelen her talebin birinci elden savunucusu olacağım. Orada bir temsilcileri olarak kabul edebilirler beni. Mesela şöyle bir parantez açtım. Bu bile bir şerhmiş, çekinceymiş gibi söylendi, tartışıldı kamuda. Öyle değil, şunu söyledim; katılmadığım görüşler bile olsa, bunu sizinle günlerce tartışırız ama kamuda bunun temsilciliğini yapmak, sizin adınıza bunu duyurmak ve sizin tarif ettiğiniz şekilde yapmak konusunda bir saniye tereddüt etmem.
Sizi Meksika Sınırı, Kafa Dengi gibi programlardan beğeniyle izliyorduk. Topluma çok ters gelebilecek fikirleri o gönül alıcı üslubunuz sayesinde herkese dinletmenize hayrandık. Bir sosyalist olarak, dindarların sorunlarına da sahip çıkan, onlarla hemhal olabilen tutumunuzun, araya bir vicdan köprüsü kuran söylemlerinizin destekçisiydik. Ancak, herkesin kalbini kazanan, vicdanına seslenen bu güzel gönül insanı, ne olduysa oldu, Radikal’deki bir köşe yazısında referandumdaki değişikliklere “evet” diyen solculara yönelik eleştiri sınırlarını aşan, çok ağır ifadeler kullandı.
Şimdi.. O konudaki üslupta bir sorun olduğunu düşünmüyorum, sizin vurguladığınız yerinde sorun yok. Şöyle bir yanlış anlaşılma var. Ben yazılarımda gelenekten çok el alan birisiyim. Bunu hep açıkladım, bu vesileyle bir daha açıklayayım. Bu konudaki metaforları çok sık ve yaygın kullanan birisiyim. Sizin beni sevme gerekçeniz tam da burası zaten. O gönül alıcı üslup dediğiniz şey, bu toprakların kadim gelenek dilini, deyimlerini, anekdotlarını, teşbihlerini, mecazlarını çok sık kullanmaktan. Oradaki ‘sağdıç emeği’nin, Anadolu’daki yaygın kullanım biçimi birçok arkadaş tarafından bilinmediği için, ben de bunun bilindiğini varsayarak yazdığım için ortaya çıkan bir sıkıntıdır. Onda bir sıkıntı olduğunu veya bir rencide etmek gayesi olduğunu ne düşünüyorum, ne böyle düşünerek tasarlamadım o yazıyı.
Orada altı çizilecek iki husus var, bir, bu bloktaki (“Yetmez ama evet” diyen) bazı arkadaşlara, bunun dışında kalan guruba yönelik en ufak bir diklenmeyi Ergenekonculukla yaftalamalarına yönelik, onun yarısı kadar bir şiddetle cevap vermekti. ‘İktidara gösterdiğiniz bu şefkatin yarısını, niye bu insanlardan esirgiyorsunuz’ sorusuydu. O ‘sağdıç emeği’ metaforu anlaşılamadı, onda bir sorumluluğum varsa kabul ederim ama onun dışında, içerik olarak halen o yazının yanında duruyorum. Üstelik bu konuda da kompleks yapan bir insan değilim. Benim kadar bunun amacını aştığını düşündüğünde süratle düzelten, gerekirse özür dileyen, belki ana akım medyada da çok fazla insan yoktur.
Ancak “AKP’ye rağmen evet” çok doğru bir yaklaşımdır. Bunun altı çizildi o yazıda, bu nasıl görmezlikten gelinebilir? “Yetmez ama evet”, AK Parti’nin süratle yapıştığı bir slogan oldu, “AKP’ye rağmen evet”, daha devrimci bir tavır gibi geldi bana. O arkadaşların, buna itiraz edenlere kullandıkları dilin yarısı kadar bir dil kullandım ben orada.
TARTIŞMAK BİR ARADA DURMAMIZA ENGEL DEĞİL
Konuşmalarınızda referandumda “evet” diyenlere dokunduran söylemleriniz oluyormuş. Bu seçimde referandumda hangi tavrı almış olursa olsun, yeni ve gerçekten demokratik ve sosyal bir anayasa talep edenlerin hepsinin bir blok olmasını savunmak, buna uygun bir dil kullanmak daha doğru olmaz mı?
Tam olarak öyle değil. Bir, biz epeydir sol içi eleştiri kültürünü unuttuk. Oysa biz en çok tartışan insanlar olmalıyız. Bunun diline dikkat etmek şartıyla. Artık öyle bir noktaya geldi ki bir tebliğler savaşına dönüyor her şey. Biz tartışmalıyız, tartışırız, bu bizim bir arada durmamıza engel değildir. Üstelik “AKP’ye rağmen evet” diyenleri adı geçen yazıda yeterince onayladığımı ve anladığımı belirten bir paragraf vardı.
“SEN İYİ BİR ADAMDIN, NE İŞİN VAR KÜRTLERİN YANINDA”
Meksika Sınırı ve Kafa Dengi programlarının da etkisiyle mütedeyyin kesimlerin size karşı olumlu bir yaklaşımı vardı. Peki, resmi ideolojinin şeytanlaştırdığı Kürtler ve siyasal temsilcileriyle ortak kadraja girmeniz bunda bir değişiklik yaptı mı? Aynı soruyu, ‘size sempati duyan diğer kesimlerin bakışı değişti mi?’ diye de sorabiliriz…
İkisi de var. Resmi ideolojinin bütün manipülasyon çabalarına rağmen halen benimle kurduğu gönül ilişkisini muhafaza eden, tavrını açıkça beyan eden insanlar var. Ama büyük bir öfke ile “sen iyi bir adamdın, ne işin var Kürtlerin yanında” diyenler de var. Burada bizim ne yaptığımız önemli. Ben hiçbir zaman karşımdakine göre pozisyon almadım ki. Ben dün neredeysem, bugün de orada duruyorum doğrultu olarak. Bu arada sevenler, sövenler olacaktır. Biraz bunda zamanın hakemliğini beklemek en doğru yaklaşım olur.
MAZLUMA, MAĞDURA, KİMLİK VE PASAPORT SORMAYI BIRAKALI, ÇOK UZUN YILLAR OLDU
İçinde bulunduğunuz bloğun kitlesinden daha geniş bir kitle tarafından sempati ile karşılanıyorsunuz. Adaylığınız sol, sosyalist, devrimci çevrelerin tabanlarında heyecanla karşılandı. Yani bir bütünleştirici etkiye sahipsiniz, bunun farkında mısınız? Eğer farkındaysanız, muhtemelen meclise gireceksiniz, daha sonraki süreçte bu bahsettiğim çevrelerin bir birliği yönünde yapmayı düşündüğünüz bir şey var mı?
Vallaha sevilmek başka bir şey. Hatta bu kadar çok sevilmenin marazi bir yanı da var. Fakat bütünleştirmek filan büyük iddialar, büyük laflar. Bunlardan sakınırım. Gerçek hayatta bir karşılığı da yok. İnsanlar sevgi üzerinden örgütlenmezler, insanlar sevgi ilişkisi ile sizi sadece daha dikkatli dinlerler. Budur olup biten. Bunun en önemli özelliği, üsluptan çok tutarlılıkta aranmalı. Mesela Hacı Musa Bey konusunda bir tartışma yürüdü. Bundaki bilgi eksikliğimden dolayı özür diledim. Ama o yazıda, Salih Mirzabeyoğlu’na (İBDA-C lideri bn.) bir zulüm vardı, onun uğradığı zulme yaptığım itirazın, halen aynı noktasında duruyorum. Mesele tutarlılık meselesidir. Biz mazluma, mağdura, kimlik ve pasaport sormayı bırakalı, kendi adıma, çok uzun yıllar oldu. Biraz üsluptan çok, sizin her türlü ötekileştirmenin, mağduriyetin, mazlumların yanında durmanızla ve bu birbirini ilk bakışta tekzip eder gibi gözükmesine rağmen, böyle durmanızda aranmalı, bunun bir gerekçesi varsa. “Beni başörtülü bir hekime emanet edin” yazısını yazdım, bu konuda en çok tartışmaların yürütüldüğü zamanda. Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan zulme karşı çıktığım yazı, Pınar Selek ile başlar. Yani, bu benim yerleşmesini kişisel olarak en çok istediğim tavırdır.
HAK İHLALLERİ VE ÖZGÜRLÜKLER BAHSİNDE ÇOK TUTARLI OLMAK ZORUNDAYIZ
Aynı şeyi MHP’ye kaset savaşları üzerinden yapılırken de yaptık. Ömrüm benim MHP ile mücadele ile geçti. Ama bu argümanla mı ben MHP ile tartışacağım? Bunu reddettiğimi belirttim. Biz bu kadar fikirsiz insanlar mıyız? Ama hak ihlalleri ve özgürlükler bahsinde biz çok tutarlı olmak zorundayız. Bunu da içtenlikle yapmak zorundayız üstelik. Sadece tutarlı davranmak adına, bir ilkeyi gözetmek adına değil. Biz içtenlikle böyle düşündüğümüzde, herkesi de buna sevk edebildiğimizde bu işler kolay olur. Daha rahat yürür. Çünkü bu türden yaygın sevgiler, yerini çok rahat yaygın öfkeye bırakabilir. Ben böyle buna çok inanmam. Başımın üstünde yeri var, ama bunun üstüne herhangi bir şey inşa edemezsiniz. Ağır yanılırsınız. Ağır bozguna uğrarsınız. Siz bunu sadece daha fazla dert anlatmak için bir yol şeklinde kullanabilirsiniz.
Bugünkü Radikal’de Akif Beki’nin yazısını okudunuz mu?
Okumadım, telefonla söylediler. Şimdi gidip okuyup cevap yazacağım.
“Birileri rahatlıkla seçim çalışması yürütürken biz polisle köşe kapmaca oynuyoruz” demişsiniz. Akif Beki de bunun üzerine, ‘polis yolunuzu mu kesti, arabanız mı taşlandı, seçim büronuz mu kundaklandı’ gibi sorular sormuş, bu sorulara ne diyeceksiniz.
Sadece sitemize girseymiş, bunların hepsinin yapıldığını görürmüş. Üstelik görüntüleriyle birlikte.
Akif Beki gibi fırsatçılara malzeme veren şeyleri biz de soralım yeri gelmişken. Çuvaldızı AKP’ye batıracak olursak, bu seçim çok yoğun devlet baskısı altında yapılıyor. AKP yanlısı basın da kara propagandada muhteşem bir yarış içinde. Yalanların, iftiraların arkası kesilmiyor. Bağımsız adayların seçim büroları taşlanıyor, yakılıyor, açılışlarda çok yoğun polis ablukası kuruluyor. Biz İstanbul 1. Bölge’de Sebahat Tuncel’in yakılıp, yıkılıp, kırılmayan seçim bürosu kalmadığına tanığız. Ve saire… Gelelim, iğneyi kendimize ne kadar batırdığımıza... Bazı yerlerde bu baskılara tepki olarak onaylanmayacak tavırlar gelişebiliyor…
O tavrı bir kere onaylamıyorum. Biz cümleleri olan, düşünceleri olan insanlarız. Bu genellikle şöyle yürüyor. Gençlere de haksızlık etmemek lazım. Bakın nerede bir tahribat olmuşsa, orada bir polis saldırısı vardır, polis saldırısına bir öfke olarak gelişiyor. Ona rağmen, bu tür davranışları onayladığımı söyleyemem.
Çok teşekkür ederiz…
DEMOKRAT HABER / Mehmet Göcekli - Övsev Özcan - Cemal Polat