20 Aralık 2011 Salı

"Sinemayı Emellerime Alet Ettim" - Birgün


Yazar,  yönetmen, senarist, oyuncu, müzisyen, siyasetçi. Sırrı Süreyya Önder için söylenecek çok şey var. 7 Temmuz 1962’de Adıyaman’da doğan Önder sanatla iç içe olmasına rağmen onun için siyaset hep ön plandaydı. İlk kez 1978 yılında Adıyaman Lisesi’nde öğrenciyken Maraş Katliamı protestosu nedeniyle tutuklandı. Tahliye olduktan ve A.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi’ni kazandıktan sonra Ankara dönemi başladı. 12 Eylül darbesi hayatının akışını değiştirdi ve yıllarca hapis yattı. O dönemi sanat yoluyla anlatmayı seçen Önder için, 2006 yılında çekilen Beynelmilel filmi de 12 Eylül’le bir hesaplaşmaydı.
Beynelmilel’i izleyene kadar kimsenin aklına 12 Eylül darbesini konu alan bir filme kahkahalarla güleceği gelmiş midir, bilmiyoruz. Filmin hem senaryosuna hem de yönetmenliğine imza atan Sırrı Süreyya Önder, bizi önce türlü absürtlüklerle dolu bir dünyaya tanık etti; filmin sonunda ise belki de çoğu dram filminin yaratamadığı bir burukluk ve boğamızda bir düğümle sinema salonundan uğurladı.

Önder, şimdilerde, kendi tabiriyle araya bir fragman olarak aldığı sanat hayatını ikinci plana itmiş ve artık BDP İstanbul milletvekili olarak Ankara’da. Ankara’yı sıkıcı buluyor. Ancak, kah Genel Kurul’da kavga ayırır, kah Uzlaşma Komisyonu’nda yeni anayasa çalışmalarına katılır, kah cezaevindeki öğrencilerle dayanışma için üniversite bahçesinde saçını kestirir ve Ankara dışındaki pek çok eyleme de yetişmek için koştururken, sıkılmaya vakit kalmasa gerek.

Onca koşuşturma arasında, bir de biz ODTÜ Medya ve Kültürel Çalışmalar yüksek lisans öğrencilerine sinema ve siyaset üzerine sımsıcak bir röportaj verdi. Haydi, buyurun…
 
“Ağlamak gülmenin kardeşidir…”

Senaryo yazma nedenlerinizden birinin 12 Eylül’e olan öfkeniz olduğunu söylemiştiniz. 12 Eylül’ü konu alan filmler hep dram ağırlıklı, Beynelmilel ise mizah. Oysa o filmlerin yönetmenleri ile sizin hayat hikâyeleriniz  bunun tam tersi.  İsteseydiniz, çok daha sert bir film yapabilirdiniz. Bu tercihiniz bilinçli miydi, yoksa hikâye mi öyle gerektirdi?

- Ben 40 yaşından sonra sinemaya heveslendim. Sinemayla alaylı ya da mektepli bir ilişkim yok. Barış Pirhasan’ın Senaryo Atölyesi’nde kendisine öğrenci olmaya gittiğimde, Barış Pirhasan, ‘Neden sinema?’ diye sormuştu. ‘Vallahi öfkem var’ demiştim. O da ‘Başlamak için iyi bir sebep’ demişti. O eğitimin sonunda Barış’ın bana kattığı en temel şey, öfkenin böyle bir yolculuğa başlamak için iyi bir sebep olduğu, devam ettirmek içinse engel olduğu bilgisidir. Dolayısıyla, Barış bana öfkemi muhafaza etmem ama sanatsal bir üretimde öfkemle arama bir mesafe koymam gerektiğini öğretti.

İkinci nedense, mizah çok etkili bir muhalefet silahıdır. Tarihinde diktatörlük olan her yeri inceleyin şunu göreceksiniz; muhalefet ilk olarak mizah ve mizahçılar tarafından başlatılmıştır. Ne zaman bir ülkede mizah muhalefet yapmaya başlar, o ülkedeki diktatör için geri sayım başlamış demektir. Bizim tarihimize de baktığınızda, bütün sultanlara ağırlıklı olarak mizah yoluyla kafa tutulmuştur. Timur’un karşısına Nasreddin Hoca çıkar. Bektaşi diye bir tiplememiz vardır ki bütün egemen anlayışlara muhalefet etmektedir.

Dünyaya da baktığımızda Hitler’in günleri Şarlo ile geri sayılmaya başlanmıştır. İşte ben de mizahın böyle etkili bir muhalefet dili olduğunu bildiğim için bu tarafa yöneldim. Ama bu arada mizahla gülünç olma arasında çok ince bir çizgi var. Cıvık mizah yapmadan, gülünç olmadan mizah yapabilmek de ciddi bir çaba gerektirmektedir. Zannedildiği gibi kolay bir iş değildir.

Ayrıca, hayatın diyalektiğine baktığınızda, salt acı yoktur; salt güldürü de yoktur. Bunlardan herhangi birinin salt olması durumu patolojik bir haldir. Hatta Beynelmilel’de karakterlerden Gülendam bunu ‘Ağlamak gülmenin kardeşidir’ diyerek ifade eder.

“Öyle bir film yaparsınız ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz”

Sanatla siyaset arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz? Örneğin İki Dil Bir Bavul filmi anadilde eğitim konusunu ele aldı ve bu alandaki sorunlara ilişkin bir farkındalık yarattı. Sizce sanat siyaseti yönlendirebilir mi?

- Sanatla siyasetin farkı şudur; Sanat sorunu sadece görünür kılar. Siyasetin ise sorun çözmek gibi bir yükümlülüğü ve gücü vardır. Aradaki en temel fark budur. Bu, birinin önemsiz, diğerinin önemli olduğu anlamına gelmez çünkü bir sorun, görünür olmadıkça o soruna bir çözüm bulunamaz. Görünür olmaktan kast ettiğim, sizin de söylediğiniz farkındalık yaratmaktır. Bunu sanat siyasetten daha iyi becerir çünkü duygulara ve algılara hitap eder. Siyasetin dili kurudur, sanat ise kalbe dokunur. Farkındalık yaratma gücü de buradan gelir. Öyle bir şey yaparsınız ki artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Anadil konusunda böyle bir film yapmışsanız, artık hiç kimse: ‘Bunlar bilinmeyen bir dilde konuşuyorlar.’ diyemez. Siyaset de bu farkındalık üzerinden sorunu çözme yoluna gider.

Sizin gibi ‘öfkesi olan’ insanlar daha sanatsal, dramatik filmlere yönelirken siz kitlesel filmler yapıyorsunuz. Bunun sebebi nedir?

- Doğrusu, sanat filmi, festival filmi ya da piyasa filmi gibi kategorizasyonlara inanmıyorum. Çok sanatsal bir işin çok fazla izleyeni olabilir ya da ‘piyasa’ tabir edilen bir filme 5 kişi bile gitmeyebilir. Burada ayırt edici nokta ve yanlış algılama şudur; sinemayı resimden ya da romandan ayıran nokta maliyetli bir iş olmasıdır.

Genelde derdi çok olanın parası az olduğundan, bir yapımcıyı yaptığınız işe ikna etmek zorundasınız. Yapımcı da sizin işinize bir yatırım gözüyle baktığı için kendi açısından daha popüler öğelerle filme müdahale etmek ister. Yapımcı ile yönetmen arasında bir mücadele başlar. İki tarafın kesiştiği yerde ise film ortaya çıkar. Ben de bu mücadele sırasında Beynelmilel’in finalini değiştirmek zorunda kaldım.

Sene 2006. TCK’nin 301. maddesinin çok sık uygulandığı, Hrant Dink’in de bu maddeden yargılandığı yıl. Politik olarak o final yapımcıya büyük cezai sorumluluklar getirebilecek durumdaydı. Yapımcı da böyle bir hukuki cezayı yaşamak istemediğini belirtti. Bu yüzden, filmin 25 dakikasını attık, 7 dakika ek çekim yaptık. Onun da sebebi finalinin değiştirilmesiydi.

“Beni güldürmeyen şeye güler geçerim”
Engin Günaydın’la, Zeki Demirkubuz’un son filmi hakkında söyleştiğiniz bir videonuz var. Esprili bir dille ‘Bence Zeki hümanist değil. Bir insan bir insana hiç böyle muamele eder mi?’ diye soruyorsunuz. Engin Günaydın da ‘Yönetmense eder’ diye yanıtlıyor. Sizin yönetmenliğiniz nasıldır?

- Setler, tırnak içine alarak söylüyorum ‘faşist’ ortamlardır. Yönetmen her şeyin tek hakimi şeklinde bir algılayış biçimi vardır. Biraz da böyledir çünkü film kötü olduğunda ya da derdini anlatamadığında kimse gidip ışıkçıdan hesap sormaz, herkes yönetmene söylenir. Bu yüzden yönetmenler biraz fazla telaş ederler. Genelde böyle bir yaklaşım vardır fakat ben buna inanmam.

Film çekmek kolektif bir üretimdir ve tüm kolektif ürünler gibi bu da bir zincir şeklindedir. Zincirin halkaları koparsa faturasını bütün ekip öder. Yönetmene bu kadar mana yüklenmesini doğru bulmuyorum. Yönetmen bir hayal kurar, bu hayal bir düş biçimindedir. Önemli olan yönetmenin ekibine bunu ne kadar iyi anlattığıdır. Işıkçısı, sesçisi, hatta çay getireni bile yönetmeni çok iyi anlamalı. Dolayısıyla yönetmen zaten hayalini iyi anlatabildiyse bu bütün ekibe bir yol haritası, bir pusula olur. Bağırıp çağırmasına gerek yoktur. Birazda mizaçla ilgilidir, ben günlük hayatta da kimseye bağıran kızan bir adam değilim.  Setimde de böyle oldu. Biz güle oynaya bir film çektik.

Sanatınızda Brecht ekolüne mensupmuşsunuz. Bunun sebebi toplumu dönüştürme etkisine olan inancınız mı?

- Brecht’i diğerlerinden ayıran en önemli nokta, katharsis’i reddetmesidir. Seyircisine der ki ‘Sen bir oyunu izleyip ya da bir metni okuyup, günahlarından arınıp rahatlayıp gidemezsin’. Burada sanat sarsıcı, yeni sorular sorucu ve mevcut manüpülatif algıyı bozucu bir işlev görmelidir. Bu yönüyle hepimiz Elhamdülillah Brecht’yeniz. Beni daha çok etkileyen tarafı ise, yine tiyatro metinleri için söylediği ‘Beni güldürmeyen şeye güler geçerim’ lafıdır.

Beynelmilel’de film müziklerinde de isminiz geçiyor. O süreci biraz anlatabilir misiniz?

- Aynı zamanda müzisyenim. Nota, solfej bilgim yok ama cümbüş, keman ve bağlama çalarım. Öğrencilik yıllarımızda pavyonlarda çalışırken öğrendiğimiz bir durumdur bu. Filmde müzik kullanımı bakımından kendimi aşırıya kaçmış hissediyorum. İşte burada kendimi Brecht’in ruhuna bir miktar ihanet etmiş sayıyorum. Filmde bir duyguyu yeterince çıkartabildiğinden şüpheye düştüğün yerlerde müzikle takviye edersin. Beynelmilel’de bir iki sahne var ki, utanıyorum bu müziği neden bu kadar çok fazla kullanmışım diye. Ama müzik hiç girmemeli diyen ekolden de değilim. İdeali, müziğin sinemanın önüne geçmeyecek şekilde kullanılmasıdır.

“Önceliğim her zaman siyaset”
Sanatta kendinizi ifade etmek daha kolay değil miydi? Siyaset yerinizi keskinleştirerek, size bir sınır çizmiyor mu?

- Haklısınız ama ben zaten köken olarak sanattan değil siyasetten geliyorum. Bu anlamda siyaset benim sonradan yaptığım bir şey değil. Siyasetin çizdiği çerçeve onu nasıl kullandığınıza bağlıdır. Ben aslında sinemayı, siyasi emellerime alet etmiş birisiyim.

-İlk defa cezaevine 16 yaşında girdim. O günden bugüne aynı çizgide duran bir siyasi duruşum var. Araya bir fragman olarak sanatı aldık. Yine alabiliriz. Bu belki bir roman belki bir film olur. Ancak bu anlamda her zaman birincil önceliğim siyasi uğraşımdır.

“Bir Ankara hikayesi çekmek istiyorum”
Milletvekilliğiniz devam ederken, yakın bir gelecekte uzun metrajlı bir film düşünüyor musunuz?

- Elimde bir roman var. Önce onu bitirmek istiyorum. Daha sonra hazır buralardayken bir Ankara hikâyesi çekebilirim.

Müslüm Gürses biyografisi ve Maraş Katliamı’yla ilgili projelerinizi gerçekleştirmeyi düşünüyor musunuz?

- Müslüm Gürses’ten vazgeçtim ama Maraş’ı çekmek istiyorum. Müslüm Baba banka reklamlarında oynayınca vazgeçtim. Senaryo, tam da bunu yadsıyan bir karakter üzerineydi. İnsanları filmin samimiyetine ikna edemem diye düşündüm.

Cansu AKKUŞ, Ezgi BORA, Can KARAKULLUKÇU, Yudum KAVUÇUKER, Can MERİÇ