3 Haziran 2011 Cuma

Söyleşi - Demokrat Haber


Sırrı Süreyya Önder bu seçim sahnesinin belki de en dikkat çeken oyuncusu. Seçimin sonunda “Altın Oy Pusulası” verilecekse kazanma ihtimali en yüksek adaylardan…
Diğerleri çok tanıdık, çok bildik yüzler belki de... Söylemleri de aynı olunca... İstisnalar bir yana, hepimiz, hepsinden sıkıldık sanki…
Biz de bütün basın gibi onunla söyleşi sırasına girdik…
Farklı bir söyleşi çıkarmaya çalıştık…
Umarız biraz başarmışızdır…

Bu aralar basında ve televizyonlarda sürekli sizi görüyoruz. Geçen seçimde “öteki”lerin sözcülüğünü medya cephesinde Baskın Oran ve Ufuk Uras yürütmüştü. Bu sefer medya bayrağı size verdi. Biz de biraz da bu nedenle her yerde sorulmayan sorularla farklı bir söyleşi yapmak istedik. Demokrat Haber yazarlarımızdan size sormaları için sorular istedik… Onlarla sizi terletmeye çalışacağız…


SIRRI SÜREYYA ÖNDER: Tabii…

 Süreyya Önder
Ayla Şeşan’ın sorusu şöyle: Son yıllarda kadın cinayetlerinde ölenlerin sayısı savaşta ölenlerin sayısını geçti. Ama sanki erkeklerin kadınları “bir nedenle” öldürmesi kabul edilebilir bir şeymiş, dünyanın sonu değilmiş gibi “vah, vah” denilip geçiliyor. Kadın cinayetleri ve kadına yönelik erkek şiddetinin son bulması için milletvekili olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Eyvallah… AKP'nin bu soruna dair çözüm takvimi 2023 yılını hedefliyor. Ortalama günde beş kadının öldürüldüğü istatistiği çok doğru bir veri. Bu anlayışa terk edildiği zaman 2023 yılına kadar yaklaşık yirmi bin kadın daha tümüyle erkek egemen dünyanın yarattığı ve erkekler eliyle işlenen cinayetlere kurban gidecekler. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğunun dışında hiçbir siyasal partide kadına dönük bir seçim programı yok. Birer paragrafla geçiştirilmiş durumda. Bunu büyük bir onurla söylüyoruz, sadece kadın meselesini irdeleyen ayrı bir seçim beyannamemiz var. Şimdi size vereceğim onu. Bir de seçim beyannamemizi alın, kadın meselesi seçim beyannamemizden daha kalın. Bu biraz meselenin neresinde durduğumuza, ne kadar önem atfettiğimize dair en önemli gösterge. Fakat hemen bununla beraber şunu zikretmez isek, büyük ayıp ve haksızlık olur. Bu, Emek, Demokrasi ve Özgürülük Bloku’ndaki erkek adayların akıl ettiği bir şey değildir. Bu bizatihi kadın arkadaşların süreçte inisiyatif alıp, bir ağırlık koymasıyla alakalıdır. Erkekler bu konuda sadece, bu inisiyatifi saygıyla karşıladıkları için belki anılmayı hakkediyorlar. Bunun dışında bir kerametimiz yok.
Bu erkek egemen zihniyet ve cinsiyet ayrımcılığı bu ülkenin zihinsel kodlarında neredeyse yüzlerce yıldır en dominant olan şey. Erkek, iktidarsız düşünülebilir bir şey değil. Sürekli kendi zalimliğini, iktidarını yeniden yeniden üreterek ve her seferinde daha da katmerlendirerek ancak kalıcı olabiliyor, ya da sürdürülebilir bir durumda tutabiliyor kendisini. Bu konuda ilk yapacağımız şey, yeni anayasada cinsiyet ayrımcılığı içeren tüm maddelerle ve bu anlayışla kıyasıya mücadele etmek olacak. Belki Kürt sorunu kadar önem atfettiğimiz ve o olgunluğa gelmiş bir siyasal ittifaktan bahsediyoruz.
 Sırrı Süreyya Önder ERKEĞİN KENDİSİ BİZAHİTİ SORUNLU
Esra Sarıoğlu’nun sorusu: Türkiye'deki "erkek sorunu" hakkındaki fikirlerinizi öğrenmek istiyorum.
Esra'nın söylediğinde “erkek sorunu”, sanki “kadın sorunu” gibi anlaşılıyor. Hani kadınların meselesini, yaşadıkları sıkıntıları konuşuyoruz ya. Erkek sorunu deyince öyle bir sorun yok, sadece erkek ve erkek anlayışı çok sorunlu, onun için erkek sorunundaki “sorun”u tırnak içine almayı öneriyorum önce. Erkek sorunludur… Erkeğin bir sorunu yok o anlamda, erkeğin kendisi bizahiti sorunlu ve onun anlayışı.
İÇERİSİ DIŞARIDAN İYİ DURUMDA
Yazarlarımızdan A. Kadir Konuk var, bilirsiniz idamlık mahkumken firar eden ve şu an Almanya’da yaşayan bir devrimci. Kendisi bir süredir, 27 yıldır hapiste olan ve çeşitli sağlık problemleri bulunan eski hücre arkadaşı Muzaffer Öztürk’ün serbest bırakılması için bir imza kampanyası yürütüyor. Kapağı bir şekilde Almanya’ya atmış bir devrimci olarak, size sorması için soru isteyince, aha bu soruyu gönderdi: “Sayın Önder, milletvekili seçilirseniz tüm siyasi tutsaklar için genel af çıkarılması için her gün, ama her gün çalışacak mısınız? Bu konuyu basının gündemine taşıyacak mısınız? Buna açıkça söz verebilir misiniz?” (Bizim de onlarca arkadaşımız yılladır hapiste olduğu için bu sorunun altına imzamızı atıyoruz.)
Önce bir ironi yapayım. Millet bugünlerde ironiyi anlamıyor ama... Aslında ülkenin geldiği noktaya bakarsan, ‘içerisi dışarıdan iyi durumda’. Onun için, işin latifesi bir yana, bu da bizim dört ana talebimizden birisi. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku, bütün siyasi tutsaklar için genel af istiyor. Abdülkadir Konuk, haftanın iki gününü bana bırakırsa, haftanın beş günü, bu işle uğraşacağıma, hem söz veriyorum, hem bu seçim taleplerimiz gereği bunu yapacağız. Aslında bunun sadece siyasi tutsakları ilgilendiren bir konu olmadığını biliyoruz. Bu Türkiye'deki bütün insanların vicdanlarındaki tahribatı, yani usulsüz tutuklamalar, zorbaca yargılamalar ve haksız hükümlerle, zindanlara atılan, üstelik orada da her gün tecritlerle, hücrelerle ve fiili-fiziki işkencelerle ekstra zulüm gören bütün insanların toplum vicdanında yarattığı kirlenmeyi giderecek bir şeydir. Bu anlamda boynumuzun en temel borçlarından biridir. İki günü de tatil için istemiyorum, meclis kapalı, o yüzden.
ERMENİ SORUNU TAPU SORUNUDUR
Ermeni arkadaşımız Murat Mıhçı’nın sorusu şöyle: Ermeniler ve azınlık vakıflarının sorunları hakkında ne gibi çalışmalar yapacaksınız?
Vakıflar Genel Müdürlüğü bu ülkede Ermenilere uygulanan, bu toprakların tarihinde Ermenilere uygulanan toplam zulümden daha fazla sorumluluk sahibidir ve suçludur. Kimse işin burasını çok da kurcalamıyor ya da kurcalayamıyor. Oysa bugün bakıyoruz, sadece Ermeniler de değil, Süryanileri de bunun içine katmak lazım, özellikle Mardin bölgesinde, tapulu mülklerine, köylerde malum, kadastro faaliyeti sıkıntılı olduğu için, özellikle sıkıntılı bir hale büründürüldüğü için bütün bu alanlar ya yasak bölge ilan ediliyor, ya askeriyeye devrediliyor, ya da başkalarının gelip, korucuların özellikle, gasp etmesine izin veriliyor, teşvik ediliyor. Onun için bir tırnak içine alarak söyleyeyim “Ermeni sorunu bu ülkede aynı zamanda tapu sorunudur”. “Bir zamanlar buralarda Ermeniler yaşıyordu” denilen her yer, aslında bir zamanlar oraların Ermenilere ait olduğu anlamına gelir. Bu da çok yakın faaliyet göstereceğimiz, savunucusu, takipçisi olacağımız alanlardan birisidir.
EMEĞİ SAVUNMAK KÜRTLERİ SAVUNMAK ANLAMINA GELMEKTEDİR
Güney Çeğin’in sorusu şöyle: Son yıllarda Türkiyeli Kürtlerin vahim kimlik sorunları olduğu konusunda takınılan inkârcı tavır aşınmaya başladı. Tanınma siyaseti yönünde ileri adımlar atıldı. Fakat 'etnik rönesans' konusunda kat edilecek olası bir mesafe, Kürtlerin içinde yaşadıkları sınıf eksenli problemleri tâlileştirme gibi bir zafiyeti de içinde barındırıyor mu? Anayasaya dair son tartışmalarda karşımıza çıkan bir “ikilik” söz konusu: etnik eşitsizlik esastır diyenler, sınıf eşitsizliği esastır diyenlere karşı. Bir sosyalist olarak giderek güçlenen bu gerilim hattına nasıl bakıyorsunuz?
Önce bir tespit yaparak başlamak istiyorum. Bugün artık Türkiye'de işçi sınıfı Kürtleşmiştir. Kimse bunun farkında değil. Dört buçuk milyon insan, yerinden yurdundan edilmiş ve kentlerin ucuz iş gücü stoğuna dahil edilmiştir. Bunlar kimsenin çalışmak istemediği alanlarda ve kimsenin çalışmayacağı paralara, üstelik tehdit olarak gösterilerek 'Bak sen çalışmazsan geride bu fiyata, belki daha azına çalışacak bir sürü insan var' tehdidiyle çalıştırılmaktadır. Yani hem işsiz stokuna, hem ucuz iş gücü stokuna eklenmiştir. Onun için bu alanda sınıfsal bakışı uzak tutan birisi değilim, iç içe geçtiğini düşünüyorum, tam tersine radikaldeki ilk yazım da bunun üzerindeydi, 'Adana'ya kar yağmış, karın altında Kürt kalmış' yazısı. O gün Şırnak'ta boşaltılan ilk köy, Adana civarına yerleşmişti. Ve onların gelmesiyle birlikte tarım ücretleri 34 liradan 17 liraya düşmüş, üstelik 17 liraya Adana’nın muhkim işçileri çalıştırılmıştı. Kürtlere göçer diyorlar, onları 7 liradan çalıştırmışlardı. Dolayısıyla bu mesele bu gün bir yönüyle iç içe girmiştir ama bu sınıfsal bakışı, sadece bu sebepten baz almayı gerektirecek bir şey değil, sadece bir tespit olsun diye söylüyorum. Yani bugün Türkiye'de işçi sınıfını savunmak, emeği savunmak da aynı zamanda Kürtleri savunmak anlamına gelmektedir. Fazladan kimlik meselesi konusunda, evrensel insan hakları ile sınırlı hali hazır talepler bundan daha fazla bir talep yok, sosyalistlerin de buna itiraz edeceği bir noktası olamaz, tam tersinden bundan daha fazlasını savunmakla mükelleftir.
SORUNU ÇÖZME TAKVİMİ LAZIM
Hüner Buğdaycıoğlu’nun sorusu şöyle: TBMM’de göreve başladığınız zaman, yeni anayasa dışında Kürt sorununun çözümü için düşündüğünüz, önemsediğiniz bir öneri ya da girişiminiz olacak mı? Mesela, diyaloğu güçlendirebilmek ya da sivil iradeyi devreye sokabilmek için bir milletvekili olarak neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Şöyle bir şeyi kişisel olarak gündeme getirmek istiyorum: Bir sorunu çözme takvimi. Biraz paldır küldür yaşanan bir süreç var. Biz bunu özellikle bütün Türkiye halkları nezdinde ana başlıklar halinde önce bir konsensus, ondan sonra bunlarla ilişkili mutabık kalınan bir takvim. Bu takvimin gerisinde kalmamak, bu takvimi mümkünse öne çekmek. Öyle birini yapınca ondan sonraki aşamayı düşünmek. Toplumda da bu süreci tartışmanın daha çözüme giden yoldan etkili olacağını düşünüyorum. Bunun dışında egemenlerin en temel refleksidir, bu ve benzeri konularda, bellek imhasına giderler. Bellek imha edildiği zaman, bu sorunları tartışmanın zemini de kalmaz. İş, kaba milliyetçi sloganlar etrafında döner durur. Bu anlamda kişisel olarak bu belleği daima diri tutacak edimler içerisinde olacağım.
EN BÜYÜK SIKINTILARDAN BİRİSİ ERMENİ BİR ADAYIMIZIN OLMAMASI
Yine Hüner Buğdaycıoğlu soruyor: Agos'un 'neden Ermeni aday yok' sorusunu, 'uygun aday bulunamadı' diye cevaplamışsınız. Milletvekili olma yeterliliğine sahip Ermeni aday olmadığını söylemek haksızlık değil mi?
O bir yanlış. Şöyle yanlış, o röportajın içerisinden sadece o cümle alındığında öyle bir mana çıkıyor. Bu internet bloglarında yeterince tartışıldı. En büyük sıkıntının o olduğunu, ve üstelik bir başörtülü adayın olmayışını da bununla birlikte sayarak söylemiştim. ‘Uygun aday’dan kasıt, orada o kavramın kullanılma biçimi şu: bir ittifak vardı, Ermeni bir aday çıkarmak için neredeyse, tüm diğer çalışmalar kadar tek başına buna emek sarf edildi. Rakel Dink üzerinde son ana kadar bir umut vardı. Arat üzerinde öyle bir çalışma oldu. Son ana kadar ikna ederiz duygusu olunca, diğer aday arayışları içerisine girilmedi. Ermeni olarak önerilen bir tek aday oldu, bu aday çoğaltılamadı. İşin o sürecinde ben yoktum, ben de adaylık teklifi getirilen insanlardan birisiyim. Bu on yedi ittifak bileşeninin üzerinde uzlaşması gibi de işin doğal bir mantığı vardı. Üzerine baskılar, operasyonlar, şunlar bunlar girince böyle bir durum oldu. Bunun bir özensizlik olmadığı, bir Süryani adayın olmasından belli. Ama halen benim içimde en büyük sıkıntılardan birisidir Ermeni bir adayımızın olmaması.
UFUK URAS’IN ÇALIŞMALARI ÇOK KIYMETLİ
Hüner Buğdaycıoğlu şöyle diyor: Beklentime gelince; sesini duyurmak isteyenler, senelerce en fazla TBMM Dikmen kapısına ulaşabilmişlerdi. Oysa Ufuk Uras sayesinde, örneğin Devrimci 78'liler derneği, TBMM içinden basına açıklama yapabilme imkanı bulabildi. Sizden de, Ufuk Uras'ın başlattığı bu girişimi sürdürmenizi, toplum dinamiklerini temsilen olduğu kadar, ilk ağızdan meclise taşımanızı bekliyoruz ve taşıyacağınıza da inanıyoruz. Bu konuda neler söylersiniz?
Ufuk Uras sadece onu yapmadı. Örneğin benim de içinde olduğum Hrant’ın Arkadaşları Komisyonu’na da orada basın açıklaması yapma olanağı sağladı. O anlamda Ufuğun o çalışmaları çok kıymetli çalışmalar olarak kaldı. Altına düşmemek, daha da yükseltmek benim de hedefim.
Teoman Pamukçu’nun sorusu şöyle: Sırrı Süreyya Önder parasız eğitim hakkında ne düşünüyor merak ediyorum. Parasız eğitim ile; anası/babası bir şekilde köşeyi dönmüş bir öğrenciyle, anası/babası ayda 1000 TL emekli maaşı alan dört çocuklu bir ailenin üniversiteyi kazanmış tek çocuğunun üniversiteye gitmek için tek bir kuruş ödemek zorunda olmamasını kast ediyorum. Böyle bir “parasız eğitim” yükseköğrenimde demokratikleşmenin önünü açar mı?
Tek başına açmaz. Ama olmazsa olmazlarından birisi. İki noktaya bakabiliriz burada. Birisi Lima prensipleri. Bilimsel özerkliğin, bağımsızlığın, bilim üretebilme özgürlüğünün üniversitelere yerleşmesini ve olmazsa olmazları haline getirilmesini kayıt altına alan bir şeydir Lima Prensipleri. Bugün neoliberal sistemin bunun karşısına diktiği alternatif Bologna süreci denilen ve tümüyle üniversiteleri neoliberal sisteme ucuz iş gücü üreten kurumlara dönüştüren, çok büyük bir maliyet teşkil eden AR-GE araştırmalarını, ki özellikle savaş zamanına yönelik Ar-Ge'yi üniversitelerin üzerine yıkan bir asalak sistem. Bu ikisiyle birlikte parasız eğitim birlikte düşünülmeli. Üstelik dünyada bu konudaki istatistiklere baktığımızda, paralı eğitimin devlete kamu kaynaklarına çok daha fazla yük bindirdiğini görüyoruz. Bu egemenlerin muazzam bir manipülasyonundan ibaret. Kamu, bu alana paralı olduğu zaman daha çok kaynak aktarıyor. Gayri safi yurtiçi hasılanın yaklaşık %2.9’u paralı eğitim yapıldığı ülkelerde bir kaynak olarak aktarılıyor. Eğitimin Teoman Hoca’nın tarif ettiği şekilde, herkes için parasız olduğu yerlerde bu ortalama gayri safi hasılanın yaklaşık %1.8'i civarında. Bunları bıkmadan usanmadan teşhir ettiğimizde aslında parasız eğitimin kamuya daha düşük bir maliyeti olduğu da ortaya çıkar.
Ayça Alemdaroğlu’nun sorusu şöyle: Dünya Değerler Araştırması Türkiye'de toplumsal güvenin, diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında, oldukça düşük olduğunu gösteriyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Eğer bu araştırma sonuçlarının doğru olduğunu düşünüyorsanız bu sizin siyasal mücadelenizi nasıl etkiler? Bir siyasetçi olarak toplumun size en çok hangi konuda güvenmesini istersiniz?
Yine aynı yere döneceğiz, herkes de diyecek, “Bunların bildiği bir tek bu var, bu neoliberal sistem”. Ama öyle… Bu insanı müşteri olarak gören bir sistemdir. Müşteri prensipleriyle, müşteri mağaza prensipleriyle çalışan bir sistemdir. O nedenle güven ilişkisinin en uzak olduğu ilişki biçimidir bu. Çünkü binbir türlü ambalajla ve manipülasyonla size pazarlanmaya çalışılan bir sistemin unsurlarından birisi olursunuz. Onun için bütün kötülüklerin kaynağı buradadır dersek çok abartılı bir şey kullanmış olmayız.
Ben yalan söylemediğim konusunda güvenilmesini isterim. Buna da gayret ederim. Kamu beni her yönümle tartışabilir, genel kamuyla birçok konuda ayrılığa düşeriz ama bu adam yalan söylemez dedirtmeyi ve buna uygun yaşamayı, birinci elden, öncelikli olarak bildirmeye çalışırım.
Şimdi bizim sorularımıza geçelim…
Türksünüz ama Kürt sorunu çözülene kadar Kürdüm diyorsunuz. Eyvallah... Ama bu Demokrat Haber’i kesmez. Artık, “Hepimiz Ermeniyiz”, “Hepimiz Kürdüz” demek meşru hale geldi. Çitayı biraz yükseltmek gerek. Toplumda ötekilerin de ötekisi olan bir kesim var, LGBTT bireyler. Cinsel tercihleri nedeniyle türlü cefaya maruz kalanlar için ne yapacaksınız? Nefret Suçları yasası için çalışacak mısınız? “Bu ülkede hepimiz özgür olana kadar eşcinselim” diyecek misiniz?
Bunu söylememde hiçbir mani yok. Önce onu söyleyeyim. Fakat bu, kamuda öyle çarpık tarafından tartışılıyor ki, bununla bile muazzam bir cinsiyet ayrımcılığı körükleniyor. Meselenin yakıcı olan boyutlarının tartışılması yerine böyle spekülatif yanlarına vurgu yapılıyor. Lambda’da söylediğimi burada da tekrar edeyim. Kolektif olarak, örgütlü olarak gelen her talebin birinci elden savunucusu olacağım. Orada bir temsilcileri olarak kabul edebilirler beni. Mesela şöyle bir parantez açtım. Bu bile bir şerhmiş, çekinceymiş gibi söylendi, tartışıldı kamuda. Öyle değil, şunu söyledim; katılmadığım görüşler bile olsa, bunu sizinle günlerce tartışırız ama kamuda bunun temsilciliğini yapmak, sizin adınıza bunu duyurmak ve sizin tarif ettiğiniz şekilde yapmak konusunda bir saniye tereddüt etmem.
Sizi Meksika Sınırı, Kafa Dengi gibi programlardan beğeniyle izliyorduk. Topluma çok ters gelebilecek fikirleri o gönül alıcı üslubunuz sayesinde herkese dinletmenize hayrandık. Bir sosyalist olarak, dindarların sorunlarına da sahip çıkan, onlarla hemhal olabilen tutumunuzun, araya bir vicdan köprüsü kuran söylemlerinizin destekçisiydik. Ancak, herkesin kalbini kazanan, vicdanına seslenen bu güzel gönül insanı, ne olduysa oldu, Radikal’deki bir köşe yazısında referandumdaki değişikliklere “evet” diyen solculara yönelik eleştiri sınırlarını aşan, çok ağır ifadeler kullandı.
Şimdi.. O konudaki üslupta bir sorun olduğunu düşünmüyorum, sizin vurguladığınız yerinde sorun yok. Şöyle bir yanlış anlaşılma var. Ben yazılarımda gelenekten çok el alan birisiyim. Bunu hep açıkladım, bu vesileyle bir daha açıklayayım. Bu konudaki metaforları çok sık ve yaygın kullanan birisiyim. Sizin beni sevme gerekçeniz tam da burası zaten. O gönül alıcı üslup dediğiniz şey, bu toprakların kadim gelenek dilini, deyimlerini, anekdotlarını, teşbihlerini, mecazlarını çok sık kullanmaktan. Oradaki ‘sağdıç emeği’nin, Anadolu’daki yaygın kullanım biçimi birçok arkadaş tarafından bilinmediği için, ben de bunun bilindiğini varsayarak yazdığım için ortaya çıkan bir sıkıntıdır. Onda bir sıkıntı olduğunu veya bir rencide etmek gayesi olduğunu ne düşünüyorum, ne böyle düşünerek tasarlamadım o yazıyı.
Orada altı çizilecek iki husus var, bir, bu bloktaki (“Yetmez ama evet” diyen) bazı arkadaşlara, bunun dışında kalan guruba yönelik en ufak bir diklenmeyi Ergenekonculukla yaftalamalarına yönelik, onun yarısı kadar bir şiddetle cevap vermekti. ‘İktidara gösterdiğiniz bu şefkatin yarısını, niye bu insanlardan esirgiyorsunuz’ sorusuydu. O ‘sağdıç emeği’ metaforu anlaşılamadı, onda bir sorumluluğum varsa kabul ederim ama onun dışında, içerik olarak halen o yazının yanında duruyorum. Üstelik bu konuda da kompleks yapan bir insan değilim. Benim kadar bunun amacını aştığını düşündüğünde süratle düzelten, gerekirse özür dileyen, belki ana akım medyada da çok fazla insan yoktur.
Ancak “AKP’ye rağmen evet” çok doğru bir yaklaşımdır. Bunun altı çizildi o yazıda, bu nasıl görmezlikten gelinebilir? “Yetmez ama evet”, AK Parti’nin süratle yapıştığı bir slogan oldu, “AKP’ye rağmen evet”, daha devrimci bir tavır gibi geldi bana. O arkadaşların, buna itiraz edenlere kullandıkları dilin yarısı kadar bir dil kullandım ben orada.
TARTIŞMAK BİR ARADA DURMAMIZA ENGEL DEĞİL
Konuşmalarınızda referandumda “evet” diyenlere dokunduran söylemleriniz oluyormuş. Bu seçimde referandumda hangi tavrı almış olursa olsun, yeni ve gerçekten demokratik ve sosyal bir anayasa talep edenlerin hepsinin bir blok olmasını savunmak, buna uygun bir dil kullanmak daha doğru olmaz mı?
Tam olarak öyle değil. Bir, biz epeydir sol içi eleştiri kültürünü unuttuk. Oysa biz en çok tartışan insanlar olmalıyız. Bunun diline dikkat etmek şartıyla. Artık öyle bir noktaya geldi ki bir tebliğler savaşına dönüyor her şey. Biz tartışmalıyız, tartışırız, bu bizim bir arada durmamıza engel değildir. Üstelik “AKP’ye rağmen evet” diyenleri adı geçen yazıda yeterince onayladığımı ve anladığımı belirten bir paragraf vardı.
“SEN İYİ BİR ADAMDIN, NE İŞİN VAR KÜRTLERİN YANINDA”
Meksika Sınırı ve Kafa Dengi programlarının da etkisiyle mütedeyyin kesimlerin size karşı olumlu bir yaklaşımı vardı. Peki, resmi ideolojinin şeytanlaştırdığı Kürtler ve siyasal temsilcileriyle ortak kadraja girmeniz bunda bir değişiklik yaptı mı? Aynı soruyu, ‘size sempati duyan diğer kesimlerin bakışı değişti mi?’ diye de sorabiliriz…
İkisi de var. Resmi ideolojinin bütün manipülasyon çabalarına rağmen halen benimle kurduğu gönül ilişkisini muhafaza eden, tavrını açıkça beyan eden insanlar var. Ama büyük bir öfke ile “sen iyi bir adamdın, ne işin var Kürtlerin yanında” diyenler de var. Burada bizim ne yaptığımız önemli. Ben hiçbir zaman karşımdakine göre pozisyon almadım ki. Ben dün neredeysem, bugün de orada duruyorum doğrultu olarak. Bu arada sevenler, sövenler olacaktır. Biraz bunda zamanın hakemliğini beklemek en doğru yaklaşım olur.
MAZLUMA, MAĞDURA, KİMLİK VE PASAPORT SORMAYI BIRAKALI, ÇOK UZUN YILLAR OLDU
İçinde bulunduğunuz bloğun kitlesinden daha geniş bir kitle tarafından sempati ile karşılanıyorsunuz. Adaylığınız sol, sosyalist, devrimci çevrelerin tabanlarında heyecanla karşılandı. Yani bir bütünleştirici etkiye sahipsiniz, bunun farkında mısınız? Eğer farkındaysanız, muhtemelen meclise gireceksiniz, daha sonraki süreçte bu bahsettiğim çevrelerin bir birliği yönünde yapmayı düşündüğünüz bir şey var mı?
Vallaha sevilmek başka bir şey. Hatta bu kadar çok sevilmenin marazi bir yanı da var. Fakat bütünleştirmek filan büyük iddialar, büyük laflar. Bunlardan sakınırım. Gerçek hayatta bir karşılığı da yok. İnsanlar sevgi üzerinden örgütlenmezler, insanlar sevgi ilişkisi ile sizi sadece daha dikkatli dinlerler. Budur olup biten. Bunun en önemli özelliği, üsluptan çok tutarlılıkta aranmalı. Mesela Hacı Musa Bey konusunda bir tartışma yürüdü. Bundaki bilgi eksikliğimden dolayı özür diledim. Ama o yazıda, Salih Mirzabeyoğlu’na (İBDA-C lideri bn.) bir zulüm vardı, onun uğradığı zulme yaptığım itirazın, halen aynı noktasında duruyorum. Mesele tutarlılık meselesidir. Biz mazluma, mağdura, kimlik ve pasaport sormayı bırakalı, kendi adıma, çok uzun yıllar oldu. Biraz üsluptan çok, sizin her türlü ötekileştirmenin, mağduriyetin, mazlumların yanında durmanızla ve bu birbirini ilk bakışta tekzip eder gibi gözükmesine rağmen, böyle durmanızda aranmalı, bunun bir gerekçesi varsa. “Beni başörtülü bir hekime emanet edin” yazısını yazdım, bu konuda en çok tartışmaların yürütüldüğü zamanda. Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan zulme karşı çıktığım yazı, Pınar Selek ile başlar. Yani, bu benim yerleşmesini kişisel olarak en çok istediğim tavırdır.
HAK İHLALLERİ VE ÖZGÜRLÜKLER BAHSİNDE ÇOK TUTARLI OLMAK ZORUNDAYIZ
Aynı şeyi MHP’ye kaset savaşları üzerinden yapılırken de yaptık. Ömrüm benim MHP ile mücadele ile geçti. Ama bu argümanla mı ben MHP ile tartışacağım? Bunu reddettiğimi belirttim. Biz bu kadar fikirsiz insanlar mıyız? Ama hak ihlalleri ve özgürlükler bahsinde biz çok tutarlı olmak zorundayız. Bunu da içtenlikle yapmak zorundayız üstelik. Sadece tutarlı davranmak adına, bir ilkeyi gözetmek adına değil. Biz içtenlikle böyle düşündüğümüzde, herkesi de buna sevk edebildiğimizde bu işler kolay olur. Daha rahat yürür. Çünkü bu türden yaygın sevgiler, yerini çok rahat yaygın öfkeye bırakabilir. Ben böyle buna çok inanmam. Başımın üstünde yeri var, ama bunun üstüne herhangi bir şey inşa edemezsiniz. Ağır yanılırsınız. Ağır bozguna uğrarsınız. Siz bunu sadece daha fazla dert anlatmak için bir yol şeklinde kullanabilirsiniz.
Bugünkü Radikal’de Akif Beki’nin yazısını okudunuz mu?
Okumadım, telefonla söylediler. Şimdi gidip okuyup cevap yazacağım.
“Birileri rahatlıkla seçim çalışması yürütürken biz polisle köşe kapmaca oynuyoruz” demişsiniz. Akif Beki de bunun üzerine, ‘polis yolunuzu mu kesti, arabanız mı taşlandı, seçim büronuz mu kundaklandı’ gibi sorular sormuş, bu sorulara ne diyeceksiniz.
Sadece sitemize girseymiş, bunların hepsinin yapıldığını görürmüş. Üstelik görüntüleriyle birlikte.
Akif Beki gibi fırsatçılara malzeme veren şeyleri biz de soralım yeri gelmişken. Çuvaldızı AKP’ye batıracak olursak, bu seçim çok yoğun devlet baskısı altında yapılıyor. AKP yanlısı basın da kara propagandada muhteşem bir yarış içinde. Yalanların, iftiraların arkası kesilmiyor. Bağımsız adayların seçim büroları taşlanıyor, yakılıyor, açılışlarda çok yoğun polis ablukası kuruluyor. Biz İstanbul 1. Bölge’de Sebahat Tuncel’in yakılıp, yıkılıp, kırılmayan seçim bürosu kalmadığına tanığız. Ve saire… Gelelim, iğneyi kendimize ne kadar batırdığımıza... Bazı yerlerde bu baskılara tepki olarak onaylanmayacak tavırlar gelişebiliyor…
O tavrı bir kere onaylamıyorum. Biz cümleleri olan, düşünceleri olan insanlarız. Bu genellikle şöyle yürüyor. Gençlere de haksızlık etmemek lazım. Bakın nerede bir tahribat olmuşsa, orada bir polis saldırısı vardır, polis saldırısına bir öfke olarak gelişiyor. Ona rağmen, bu tür davranışları onayladığımı söyleyemem.
Çok teşekkür ederiz…
DEMOKRAT HABER / Mehmet Göcekli - Övsev Özcan - Cemal Polat